Bir akım olsaydım bu ‘’ekspresyonizm’’ olurdu.
- Ulviye Yaşar
- 19 Eyl 2024
- 2 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 5 Nis

Hayatta bize nelerin rehber olacağını bilemeyebiliriz. Bazen zihindeki bir imgenin, bazen meditasyondaki bir nefesin, bazen karakalemin karası, bazen Caravaggio ve Rembrandt’ın ışığı, bazen de Bernini’nin draması... Arayışım bir merdiven olsaydı, şimdi üçüncü basamağındayım. Kelime ve renkten sonra ise “Aitlik” sorgulamasındaydım. Kaç basamaklı bir merdivendeyim, ben de bilmiyorum. Varmak istediğim yeri de bilmiyorum. Hoş, büyüsü de bu ya zaten. Sadece çıktığım basamaklar arttığındaki manzaram ile ilgileniyorum.
Albert Camus’nün zihnimde en çok yer edinen cümlesidir: “Nelerin ilgimi çektiğini bilmeyebilirim ama nelerin çekmediğinden kesinlikle eminim.” Kendinle derin bir bağ kurmak için çıktığın o yolun hiçbir zaman bitmeyecek, varılmayacak bir yer olduğunu anladığında başlıyor belki de en derininle sonsuz uyumun...
Peki ya İngiliz yazar Matt Haig’in Gece Yarısı Kütüphanesi adlı romanında yer verdiği şu soru: “Farklı bir yol seçmiş olsan, hayatının nasıl olabileceğini düşündün mü hiç?” Bu soruya yanıtım: “Evet, haddinden çok.” Neticede, aitliğini sorguladığın yerdeysen, o sorgulama orada bitmiştir. Cevap bellidir, malum... İsyan etmiyorum. Ah, tamam, arada biraz ediyorum; ama farklı hayatlardaki “Ben” i merak etmem de normal değil mi? Ama yine de kabul halim sonsuz... Olana, bitene, yaşanana isyanı büyütmenin faydasızlığı ne kadar net ise, kabule geçmenin de bir o kadar faydalı olduğu bir gerçek. En azından benim hayatımda. Hem ne diyordu Joe Dispenza: “Duygular, deneyimlerin kimyasal imzasıdır.” Ve sevgili Thetahealing eğitmenim ve arkadaşım Sibel Tuncel, “Her deneyim kutsaldır,” diye ekliyordu.
Bazen de öyle anlar yaşıyoruz ki hedefe gidememek de başka bir hedefimize dönüşebiliyor. Sarsılıyoruz. İşte tam o noktada ruhumuzun dengesi, terazinin dengesinden daha zor sağlanabilecek bir duruma geliyor. Hayattaki kalıpların bazen bir tanesine bile tahammülümüz kalmazken, hayatın bazı ritimlerinin sanki tüm çakralarımızla bedenimizden dans edermişçesine taşacakmış hissinin büyüsü... İşte o fark ettiriyor: “Hayat mı bizi yaşıyor, biz mi hayatı yaşıyoruz?” Şöyle bazı anlarımıza dönüp baksak mı? Jean-Paul Sartre’ın dediği gibi: “Hayat, umutsuzluğun öte yanında başlar.” Bunun doğruluğuna inananlardanım. Malum, çok keyifli anlarımızda bir şeyleri sorgulamayız. İhtiyaç duymayız. Kendimizi değiştirmek veya tüm kabuğumuzu dönüştürmek için hiçbir çabaya girmeyiz. Bazen de sanki her şeye sahipmişiz gibi hissettiğimiz anlarda bile hiçbir şey hissetmeyebiliriz. Çünkü ruhunun yaşaması zor... Ruhunu yaşatman daha zor...
“Mermere sıkışmış bir melek gördüm ve onu özgürlüğüne kavuşturuncaya dek mermeri oydum.” Michelangelo
Tam da bunun için... Yapmalıyız. Gitmeliyiz. Görmeliyiz. Deşmeliyiz. Hatta bazen o yaraya neşter sokmalıyız. Çünkü hayatta yapabileceğimiz çok fazla şey var. Tek hayat, tek gerçek değil hiçbir zaman. İçimizde unuttuklarımızı anımsayarak... Doğru zamanda, doğru yerde, doğru his ile... Duygular... Deneyimler... Kalbin sesinden bahsetmiyorum. Çok daha derinlerden bir şeyler... Kendi içimiz en iyi yol haritamız... Hem geçmiş ve gelecek arasında adeta köprü oluşturan ekspresyonizm, yani diğer adıyla dışavurumculuk, dünyada resim, heykel, mimari, edebiyat gibi alanlarda çığır açan bir akımı sadece dört mimarlık öğrencisinin Dresden’de küçük bir atölyede hayata geçirmesiyle başlamamış mıydı?
19.09.2024
15.17 – İzmir
Sevgili Ulviye’nin bu yazısına bu sefer daha kısa bir katkı yapmam gerektiğini hissediyorum.
Çünkü bu konu oldukça kafa karıştırıcı ve derin. Uzatırsam bir felsefe kitapçığı haline gelebilir 😊
Kısa ama kısa olduğu kadar öz olabilecek bir katkı, hadi bir deneyeyim.
Ekspresyonizm denilince benim aklıma hemen özellikle “Evrende tesadüf yoktur, tesadüfler bizim kafamızın içindedir” sözüyle ünlü, sembolizm ve ekspresyonizm akımının en önemli temsilcilerinden biri olan Franz Kafka ve onun en bilindik eseri DÖNÜŞÜM(METAMORFOZ) geliyor. Kafka, bu eserinde baştan sona ele aldığı alegorik süreç ile bizlere;
UYANIN, SORGULAYIN, DEĞİŞİN emirlerini sessiz bir biçimde sembollerle aktarıyor.
Kafka’dan bir alıntı daha yapayım; “Tanrı bize ceviz verir ancak onu kırmaz. Hayatı verir, ama hayatın kabuğunu kırmayı da, bize bırakır.”
Kendimizi yeniden inşaa etmemiz…
Son yazıyı okuyanlara eminim farklı bir çok yansıması olacaktır. Bendeki yansımaları şöyle ; Yazıda yaşamda olanlara boyun eğmek ile kabul arasındaki fark, hareketsiz farkındalık ile idrak arasındaki fark, 'daha iyisini yapabilirsin, daha daha fazlasısın ' diyen kişisel gelişim sözleri ile olduğun halini kucaklayarak, özgün olmak arasındaki fark o kadar güzel anlatılmış ki :) Bu duygu gezintisi için teşekkür ederim.