Görünmeyen zamana eş değer
- Ulviye Yaşar

- 22 Eki
- 2 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 9 Kas
“Bazen yalanlar meşrudur ama kendinize yalan söylemeyin.” Mario Moris Levi

Bir şey oldu. Ya da çok şey oldu. Belki de hiçbir şey olmadı. İçim hem çok karışık hem de bir o kadar net. Bilmiyorum. Ya da biliyorum. İkilemlerle dolu bu dört cümleyi yazdıktan sonra içimde bir şeyler — veya çoğu şey — eskisi gibi değil artık. Buraya yazmayalı da neredeyse bir ay olmuş. Konu bulamadığımdan değil. Aksine, yazacak çok şeyim olduğundan. İçimden hiçbirini eleyemediğimden… O kadar çok şey biriktirmeme rağmen, sanırım ilk defa sonunda neyden bahsetmiş olacağımı bilmeden… Çünkü içimden böylesi geliyor. Daha azı, daha çoğu ya da daha farklısı değil. Böylesi… Fransız şair ve yazar Paul Valéry’nin çok sevdiğim şu sözü de tüm bu duygularıma özet niteliğinde adeta: “İçimizde olanla aramıza mesafe koyamayız.” Böyle işte… İçimden gelenler, içimden geldiği gibi belki de ilk kez tamamıyla en filtresiz hâliyle dökülecekler.
Neler oldu birkaç ayda? Yani, görünen zaman dilimi olan birkaç ayda… Görünen diyorum; görünmeyeni epey bir zamana eş değer çünkü. Çoğu şeye olduğu gibi, bu soruma da tek bir yanıtım yok. Ya da belli bir yanıtım yok. Bana iyi gelmeyen soyut–somut ne varsa hayatımdan çıkarışlarım… Yakarışlarım… Bana iyi gelenlerle yolumuzun doğru anda kesişmeleri… Bitmeyen hayata dair sorgulamalarım… O sorgulamalara inat, peşi sıra geçtiğim kabullerim… İşimdeki can sıkıcı durumlar… İşimdeki yeni, yepyeni yenilikler… Yani bir eksik, bir artıyla kendi içinde müthiş bir denge hâli kaçınılmazdı. Elbette tüm bunlara ben izin vermiştim. Gözyaşlarıma da kahkahalarıma da… Gözyaşıma değmez durumlara da… Kahkaha sebebi olmayacak durumlara da… Duyumsamalara, duygulara, hislere… Hepsini hissetmeye ben izin vermiştim. Çoğu şeyi hissetmeye de… Hiçbir şey hissetmemeye de… Hissizleşmeye de… Hadi gelin, birazcık profesyonel şekilde ele alalım bu hissetme hâlini…
Amerikalı nörobilimci ve podcaster Andrew Huberman’ın “Huberman Lab’’ adlı programına konuk olarak katılan Amerikalı yazar ve psikoterapist Lori Gottlieb şöyle diyordu: “İnsanlar genelde hissizleşme durumunu duyguların yokluğu sanıyor ama aslında hissizleşme, çok fazla duygu tarafından bunaldığında ortaya çıkan bir durumdur. Ve bu yüzden kendini kapatırsın. Yani birisi ‘Ben hissizleştim, hiçbir şey hissetmiyorum.’ dediğinde, aslında çok şey hissediyordur. Taşmış hissediyordur, bunalmıştır. Ve işte bu yüzden asıl yapmamız gereken şey, ‘Peki, gerçekten ne hissediyorsun?’ sorusuna bakmaktır.” Fevkalade bir açıklama. “Taşmış hissetmek”, hissizleşmenin afili tek nedeni bu belki de. Tek bir yanıt, ama çoğu şeye yanıt.
Yine geçtiğimiz günlerde, taşmış, sıkışmış hissettiğim zamanlarda — öyle hissettiğim her zaman olduğu gibi — sanat, tüm ihtişamıyla ruhuma tesir etmişti. Fakat bu kez yanında başka harikulade temalar da vardı. Şimdilik yazımı tadında bırakmak adına sanat kısmını baz alıp sona yaklaşıyorum. Diğerlerine de başka zaman, keyifle, en derinden değiniriz nasıl olsa. İngiliz efsanevi aktör Ian McKellen, nam-ı diğer Yüzüklerin Efendisi ve Hobbit filmlerinin Gandalf’ının bir konuşmasında da dediği gibi: “Herhangi bir sanatı icra edin. Müzik, şarkı söylemek, dans, oyunculuk, çizim, resim, heykel, şiir, kurgu, deneme, röportaj… Ne kadar iyi ya da kötü yaptığınız fark etmeksizin, para ve ün kazanmak için olmadan, sadece olmayı deneyimlemek için, içinizdekileri keşfetmek için, ruhunuzu büyütmek için yapın!”
Ian McKellen haklıydı. Haklılığını tartmak, haddim olmayacak kadar… Onun dediğini yaptım. Bu kez kendime yeni bir söz vererek… Hiç bırakmamacasına… Bir süredir göremediğim kendimi görmek için… Kendi gerçekliğimi yeniden keşfedebilmek için… Ruhumu büyütmek için… Taşmış hissetmemek için…
Taşmış hissetmeden ruhumuzu büyütmelerimize…
22.10.2025
21.52 – Bostanlı / İZMİR




Yorumlar