Dışarıda hiçbir şey var.
- Ulviye Yaşar
- 7 Şub
- 5 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 9 Nis
“Ritim yoksa anlamda yok.’’ Duke Ellington & Irving Mills

Peki nedir bizim kalp ritmimizi değiştiren?
Serotoninimizi, dopaminimizi doyasıya arttıran?
Aşk mı? İş mi? Hobilerimiz mi? Bambaşka bir şey mi?
Aşk, hastalık mı? Şifa mı? Bazen ikisi aynı anda ya da zaten her daim bir arada mı? Bu tamamen bir başka yazının konusu… Diğerlerine de sıradaki yazı aralarında elbet değinilir. Biz şimdi gelelim bambaşka bir şey kısmına. Olduğumuz biz, olmamızı bekledikleri biz… Peki ya bu iki biz ile kendi içimizde kendimizle çatışırken olmak istediğimiz üçüncü biz ne olacak? Nasıl bulacağız ritmimizi değiştiren yeni “Biz’’ yolumuzu? Aşkta, işte, ilgi alanlarımızda ve dahası… Hayattaki her konu için, her alandaki rollerimiz için düşünülebilir bu. İngiliz Edebiyatı yazarlarından Matt Haig’in Hayat İmkansız adlı romanında yazdığı gibi hissediyorsak… “Bilinmeyen değişkenin değerini bulmamak olmaz. Yaşamam gereken ama yaşamadığım bir hayat varmış gibi hissediyorum içimde.” Peki ya bu hayatı nasıl bulacağımızı bilmiyorsak, ne yapacağız? Yönümüzü, yolumuzu nasıl bulacağız? Bile isteye veya bilmeden girdiğimiz çıkmaz sokak diye nitelendirdiğimiz durumdan sıyrılamıyorsak, ya da yaşam rutinlerimizden bir bakıma memnunsak, mutluysak ama yine de doyasıya bir tatmin olma halinde değilsek… Hayat gibi içimizde de her daim ikilemler var. Karanlık ve aydınlık taraflarımız… Yin-Yang misali… Bu bence müthiş artı bizler için. Ne diyordu Pierre Franckh Rezonans Kanunu adlı kitabında: “Hepimizin karanlık tarafları var. Ama kim bunların karanlık olduğunu düşünüyor? Belki de kendi ışığımızı bulacağımız yer burasıdır. Belki de yaratıcılığımızın, kurtuluşumuzun ve hayatta kalma şansımızın yattığı yer burasıdır.’’

Ruhsal yorgunluk
Her şey yerli yerindeymiş de bir biz doğru yerde değilmişiz gibi… Böyle hissettiğimiz anlarda bu durumu iyileştirmek için bir şey yapmadığımızda, akabinde bize ne yazık ki katlanılamaz ruhsal yorgunluğumuz rutinimize eklenen yeni bir şey oluyor. En başlarda anlamak pek mümkün olmayabiliyor. Fiziksel bir şey olduğunu düşünebiliyoruz. İlk akla gelenlerdir: “Acaba grip mi olacağım? Ya da “Kan ve vitamin değerlerimde mi düşüş oldu?’’, “Kesin strestendir.’’ Nedense doktora gitmek ve tahlil yaptırmaya da enerjimiz, isteğimiz yoktur. Aslında hissederiz. Pekala, fiziksel yorgunluk ile ruhsal yorgunluğun çok net bir ayrımı vardır. Fark edilir bir şeydir. Başlarda biz hiçbir eylemde bulunmadan kendiliğinden geçebilen bir şey olduğunu düşünebiliriz. Sosyalleşiriz. Sırf kendimizi dinlemek için… Bu bir nevi tozları halının altına ve hatta orta kısmına doğru süpürmektir. Bir değişiklik vardır ama tam tanımlayamıyoruzdur da. En yaygın belirtileri ise, eklemek istediğimiz yeni rutinleri ekleyemememize, eskiden bizi mutlu hissettiren rutinlerimizden artık keyif almamızı güçleştirmesine gibi negatif etkiler ile karşı karşıya kalabiliyoruz. Buradaki iki önceki yazımda Betterment Burnout yani daha iyi olma halinin getirdiği tükenmişlik konusuna değinmiştim. O yazıyı geçtiğimiz aralık ayı başında yazmaya başlamıştım, birkaç hafta sonra içime sinen şekilde tamamlamıştım. Yazmaya başladıktan sonra ise kelimelerin adeta sihirli diye bahsedilmesine daha çok hak vermiştim. Çünkü yazıda değindiğim değişim için kendimizi zorlamanın getirdiği yorgunluğu deneyimlemeye başlamıştım. Uzun zamandır kendimi o kadar çok zorluyor, o kadar çok yoruyordum ki, fark etmeyi bile ertelemişim adeta. Ta ki iliklerime kadar yorgun hissedene kadar. Ya çok ya az uyuyordum. Bir sürü şey ile ilgileniyordum. Gün yetmiyordu adeta. Kendime yüklenme grafiğim arştaydı yani. Başlarda tam anlamamıştım ama sonra sürekli yapmak istediğim yeni şeyleri ertelerken buldum kendimi. Yazın başladığım fonksiyonel nefes, mindfulness (bilinçli farkındalık) meditasyonunu ilerletmek adına yeteri kadar vakit ayıramadığımı anlamak ile başlamıştı her şey. Sonrasında ise merak ettiğim ve daha önce almadığım konularda eğitimler almak, spora yeniden başlamak, arkadaş programlarım, saçlarımın renginde ufak değişiklik, dinlemek istediğim müzik listelerim, farklı temalarda kitap okumak gibi şeyleri ertelerken bulmuştum kendimi. Bunlara vakit ayırmayı istiyor ama aynı zamanda “Adeta ruhum yorgun ve yeni şeyleri yapacak enerjim yok.’’ diyordum. Benim şahsi avantajım ise tam böyle hissederken yılbaşına bir hafta vardı ve çok sevdiğim İstanbul’a gidecektim. Orada beni motive eden şeyler olduğundan iyi geleceğini biliyordum. Öyle de oldu. Her zaman böyle oluyordu.
Hayatımda ne zaman bir sıkışmışlık yaşasam, ben İstanbul’a gidiyordum. Tüm yeni fark edişlerime orada şahit oluyordum. Değişiyordu bir şeyler. Elbette sadece şehirde değildi marifet. Birçok etken vardı. Bunlardan önce ihtiyacım olan şeyler; kendi içime dönmek, en derinime ulaşarak ve o yeri fark ederek… Durmak yani. Sadece durmak. Hiçbir şey düşünmeden çok şey düşünmek… Neler benimle olmalı? Neler bana iyi gelen? Picasso’nun kübist resimlerine hakim olanlar çok rahat anımsayacaktır bu örneğimi; bir şeyi tek bakış olarak görmeme hali. Her yönüyle anlamlandırabilmek ve yeni bir düşünce yaratmak...

Güney Kore’li filozof ve sanat eleştirmeni B-yung Chul Han’a göre, insan ne kadar çok aktif olur, bir şeylerle sürekli meşgul ederse kendini, o kadar çok özgür olacağına inanması bir tür yanılsama olup insanın hiçbir şey yapmadığında her zamankinden daha aktif ve kendi başına iken ise her zamankinden daha az yalnız olduğu söz konusudur. Yorgunluk Toplumu adlı kitabında bu görüşünü açıklamış ve “Multitasking uygarlaşmada bir ilerlemeyi temsil etmez. Multitasking, yalnızca geç-modern çağda çalışma ve enformasyon toplumundaki insanın muktedir olabileceği bir beceri / yetenek değildir. Daha ziyade bir gerilemedir söz konusu olan. Özellikle vahşi doğadaki hayvanlar arasında bir hayli yaygındır. Vahşi doğada canlı kalabilmek için vazgeçilmez bir dikkat tekniğidir. Yemek yemekle meşgul olan bir hayvan aynı zamanda diğer görevlere de yönelmek zorundadır. Mesela yırtıcı hayvanları avından uzak tutmak mecburiyetindedir.’’ diye eklemiştir.
Nuri Bilge Ceylan’ın bana göre oldukça sürükleyici olan ve kendimden çok şey bulabildiğim Kış Uykusu filmindeki “Kafasında daha fazla fikir barındıran biri, diğerlerinden daha eylemci sayılır. Hiçbir şey yapmasa bile.” bu repliği de özettir diye düşünürüm Chul Han’ın bu görüşüne.
Yalnızlık ve tek başınalık...
İkisi birbirine en az siyah ve beyaz kadar zıt iki durum. Tek başına vakit geçirmek, bunu zorlanarak da yapabiliriz ama tek başına vakit geçirebilmek, bunu istemiyorsak yapamayız. Kaliteli ve tamamen her anından keyif aldığımız hali ile… İstemek içinde ihtiyacımız olduğunu tüm sahiciliğimizle fark etmemiz gerekir. Kendi içimize dönmek, en derinimize ulaşmak… Bunu yapmak demek, hayattan kopmak, kimseyle görüşmemek, sosyalleşmemek demek değil. Evet, bazen tamamı ile soyutlanma, en yoğunundan bir yalnızlık da bir ihtiyaç olabilir ama kısa süre için faydalı olduğu kabulüyle beraber yaşanır bir şeydir bu bizler için. Neticede doğamıza aykırı durum söz konusu. Günde 15 – 20 dk gibi az bir zaman diliminde de olsa kendimizi dinleyebilmek… Bir durabilmek, bir bakabilmek… Eylemsiz birkaç dakika anda kalış. O kadar çok şey fark edilip, idrak seviyesine geçilip son aşamada da öyle bir çözümleniyor ki… Fakat ne yazık ki toplumumuzda hafife alınan, önemsenmeyen, hatta bir grup insanın şiddetle bu gibi şeylere tepkili baktığı da su götürmez bir gerçek. Ancak bu bahsettiğim konuların bilimsel araştırmalarda da değinilen ruh sağlımız haricinde fiziksel sağlığımız için de çok ciddi bir oranda faydaları söz konusudur. Keşke faydaları çok fazla görmezden gelinen konular arasında olmayıp hak ettiği önem verilebilseydi. Neden toplumda bazıları birçok olaya, hüzne, acıya kolayca alışırken iyi, güzel hislere uzun vadede de çok faydalı olabilecek şeylere alışmayı elinin tersiyle iter ki? Diğer seçenek çok mu zor? Yeni rutinler eklemek bu kadar mı güç? Yaşamını iyileştirmek bu kadar mı değersiz? Neden bu değişmeyelim çabası? Üstelik bu hayatta bizi seven ve bizim iyi olmamızı, hatta her geçen gün bir önceki Biz’’ den daha iyi olmamızı isteyen birileri muhakkak ki var.
Yeniliklere açılmak, yeni deneyimlere karışmak…
Bıraksak kendimizi yeni şeylere… Aksak şöyle… Salınsak hani…
Belki oradadır. En tatmin edici şeyler… Bilemeyiz.
Türk Edebiyatı’nın ruha dokunan yazarlarından Ahmet Hamdi Tanpınar’ın çok sevdiğim sözü ile sonlandırayım yazımı: “Hiç kendini denemeyecek misin? Ne olduğunu, kim olduğunu öğrenmeden mi öleceksin?’’
07.02.2025
17.50 - İZMİR
Yorumlar