Festina lente
- Ulviye Yaşar
- 20 Nis
- 6 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 22 Nis
“İnsanın asıl doğum yeri, kendisine ilk kez akıllıca baktığı yerdir.” Marguerite Yourcenar

Batı felsefesinin kurucularından biri olarak kabul edilen Atinalı Yunan filozof Sokrates’e göre, kendine bakmak; her şeyden önce ruhu için dertlenmek ve ona özen göstermektir. (epimeleia tēs psychēs). Yunanca bir kavram olan “epimeleia heautou” ise yine Sokrates’in tanımına benzer şekilde, kendi içinde dertlenmek ve kendine özen göstermek anlamlarına gelmektedir. Biraz deşince ve düşününce, aslında bütün dertlerin kendimizi gerçekleştirmeyle ilgili olduğu sonucuna varabiliriz; yanında birçok başka şeyle beraber elbette... Peki, zihinle ruh arasındaki ilişki ne zamandan beri ebedi bir çatışma kaynağı sayılıyor? Hadi gelin, biraz maziye gidelim.

Antik Yunan ve Roma yazarlarına göre, Delphi'deki Apollon Tapınağı'na belirgin bir şekilde yazılmış üç özdeyiş vardı: “Kendini bil. / Kendini tanı.”, “Hiçbir şey çok fazla değil.” ve “Bir söz ver ve bela yakındır.” Yazıtların tarihi tam olarak bilinmese de, en azından yaklaşık olarak MÖ 5. yüzyıl kadar erken bir tarihe dayandığı çeşitli kaynaklarda aktarılmıştır. Tapınak, yıllar içinde birkaç defa yıkılıp yeniden inşa edilmiş olsa da, özdeyişlerin Roma dönemine (MS 1. yüzyıl) kadar devam ettiği anlaşılmıştır. Şöyle ki; erken Roma İmparatorluğu döneminde yaşamış olan Romalı yazar, doğa bilimci, doğa filozofu ve İmparator Vespasianus'un da yakın arkadaşı olan Yaşlı Plinius’a göre, bu özdeyişler altın harflerle yazılmışlardı. Bu yazıtlardan en çok ilgimi çeken ise, adeta ikaz niteliğinde olan, tapınağın girişindeki meşhur “Kendini tanı.” (Gnóthi seautón) yazıtıydı.

Bu özdeyişle denk gelişim ise epey bir zaman önce ve birçok kez, çeşitli şekillerde olmuştu. Fakat üzerine bir şeyler yazmayı hiç düşünmemiştim. Şimdi de beni etkileyen başka şeylerle bir araya getirmenin heyecanındayım. Zamanı varmış demek ki… Hem zaten, kendini tanıma meselesi, sürece tabi olan ve bir kez buna dâhil olduğumuzda, bir şeyleri ortaya çıkarmadan uzaklaşmanın da mümkün olmadığı bir konu. Olmasın da zaten.

Şimdi de yazının başlığına keyifle adını verdiğim Festina lente’ye geçelim. Roma İmparatorluğu’nun kurucusu ve ilk imparatoru olan Augustus, Aulus Gellius ile Macrobius'un eserlerinde belirttiğine göre, gerek konuşmalarında gerek yazılarında bu deyişe çok kez yer verirmiş. Aynı zamanda, bir diğer Romalı İmparator Titus da bu ifadeyi çoğu zaman kullanırmış. Bu iki imparatorun da kullandığı, oksimoron bir terim ve motto olarak bilinen Festina Lente, “yavaşça acele et” anlamına sahiptir. Çeşitli araştırmalarda belirtildiğine göre, Latin edebiyatında geçmeyen bu deyişin en eski kaynağı; Rönesans döneminde yaşamış, Flaman hümanist bilgin ve Katolik din adamı olan Desiderius Erasmus Roterodamus’un derlediği, Yunan ve Latin kökenli atasözleri, özdeyişlerin ve deyimlerin detaylı açıklamalarıyla bir arada yayımlandığı bir antoloji olan Adagia II’ye dayanıyor. Erasmus, eserinde “Festina lente” ye özel bir bölüm ayırarak, deyişin yanında Yunancasını da vermiştir. Suetonius ise eserinde, Aulus Gellius ve Macrobius’tan farklı olarak, bu deyişin devamı olarak da sayılabilecek başka bir deyişi de alıntılamıştır: ἀσϕαλὴς γáρ ἐστ᾽ ἀμείνων ἢ θρασὺς στρατηλάτης. Hemen hemen “Çünkü komutanın güvende olması, atak / aceleci olmasından daha iyidir.” gibi bir anlama gelen bir sözdür. Akabinde, Suetonius bu kez Latince olarak bir cümle daha aktarmıştır: sat celeriter fieri quidquid fiat satis bene. Bu da “Yeterince iyi bir şekilde olan bir şey, yeterince hızlı bir şekilde olmuştur.” şeklinde Türkçeleştirilebilir. Dikkat edildiği üzere, bu söz de önceki Yunanca deyiş / deyişlerle aynı mesajı vermektedir. Daha sonra, Suetonius Augustus’un her zaman şunu dediğini de aktarıyor: “Kazanma umudu, kaybetme korkusundan apaçık şekilde daha büyük görünmedikçe, hiçbir şekilde bir savaş ya da muharebe başlatılmamalıdır.”

Yine yapılan çeşitli araştırmalar incelendiğinde, Festina lente’nin Latin edebiyatında ve Orta Çağ’da geçen bir deyiş olmadığı; en eski kaynağının Erasmus olmasından dolayı ya Erasmus tarafından yazılmış olduğu ya da Erasmus’un başka bir yazardan etkilenerek yazdığı düşünülmektedir. Bu Latince terim, iki farklı görselle zihinlerde yer bulmuştur. Biri, çapanın etrafına dolanmış yunus figürüdür. Bu figür hem çapanın ağır ve sabitleyici etkisini hem de yunusun hareketliliğini yansıtır. Diğeri ise salyangoz ve tavşanın bir arada olduğu tek bir figürdür. Bu da salyangozun yavaşlığını, tavşan da hızı temsil etmektedir. İki kelimeden oluşan bu deyiş de, tıpkı figürler gibi zıtlıklardan bir araya gelmiş bir uyumdur aslında. Acele şekilde yapılan şeylerin gerçek anlamda pek hissedilmediği ve hatta bazen bizi kontrolü kaybetme noktasına getirebildiği, diğer yandan çok yavaş olarak bir şeyler yapmanın da birçok olumsuz etkisi olabildiği… Ancak dengede olmanın, yani “yavaşça acele et” 'i benimseyen halimizle yaşam akışımızda daha dengeli olabilmek…
Yaşam sanatı olarak Festina lente
Bu deyişin yaşam sanatı olarak görülmesi, tarihi geçmişindekilerden, zihnimizin yorumlamasından ve süzgecinden geçirilerek bir yerlere varmaya çalışmamızdan pek de farklı değil aslında. Hayatın genel koşturmacasında ve hatta bazen bizi alabildiğine yoran günlük rutinimizin içinde, bazı şeyleri yavaşlamadan — ve bazen biraz da durmadan — berrak şekilde göremiyoruz. Yavaşlayabildiğimiz zaman ise odaklanma kapasitemiz artıyor; hayatın getirdiklerinin ve götürdüklerinin muhakemesini, daha rahat ve sağlıklı bir zihinle yapabiliyoruz. Elbette, her daim sabit olmak veya durmak da iyi değildir. Çünkü bizi besleyen şeylerden biri — çok büyük payda — harekettir. Ve bu da kendimizi tanımamıza, geliştirmemize, bulmamıza büyük bir etkendir. Hayatımızdaki sorunları hafifletmek adına da kuvvetli bir eylem olan bu terimi layıkıyla uygulamak, aynı zamanda fiziksel ve zihinsel uyumumuza da katkı sağlamaktadır.
Ayrıca bu felsefe farklı kültürlerde de kendine yer edinmiştir. Mesela Zen Budizm. Hadi gelin biraz da Uzakdoğu kültürüne yönelelim.

Zen, kökeni Hindistan'dak bir okul olan Dhyana’ya kadar uzanan Mahayana Budist okulunun Japonca'daki adıdır. Zen Budizm ise, Hint ve Çin geleneklerinin ortak bir ürünüdür. 12.yüzyıldan sonra Japonya’ya da ilerlemiş Japon kültürü içinde de gelişmesini tamamlamıştır. Dolayısıyla Zen Budizm, Çin ve Japonya’da çokça rağbet gören bir Budist okul haline gelmiştir. 20. yüzyılda Batı'da oldukça fazla tanımaya başlanan bu okul, İngilizce ve diğer Batı dillerine Zen / Zen Budizm ismiyle girmiştir. Zen diğer Budist okulların arasından aydınlanma amacıyla yapılan meditasyona verdiği önemle ayırt edilir. Japonca’da meditasyon anlamına gelen zazen’’ kelimesinden adını almıştır. Festina lente ile ilişkisi ise Zen Budizm’deki “Yavaşla, daha fazlasını gör.’’ yaklaşımından dolayıdır.
Peki neden “Kendini tanı.” (Gnóthi seautón) ve “Festina lente” ‘yi bir arada ele aldım? Çünkü Art & More’un başlangıcı kısmen bunlara dayanıyor aslında. Daha önce farklı şekillerde bahsetmiştim. Ancak daha detaylı bir biçimde bu iki konuya yer vermek için bir şeyler olması gerekiyordu ve onlar da yeni şekillendi. Şöyle ki: Geçtiğimiz haftalarda karşıma o kadar çok “yolda olmak” ile ilgili şey çıktı ki… Sihir gibiydi hepsi. Sevdiklerimle ettiğim sohbetler, saatlerce süren telefon konuşmaları ve mesajlaşmalar, sarsan birkaç podcast kaydı, izlediğim ve okuduğum şeyler… Sonra fark ettim ki, hayatta en çok sevdiğim rollerimden ilki, tüm çıplaklığımla “yolda olma hali”. Bir şeyler için gayret gösterirken, orada kendimin, beni bile şaşırtan bambaşka versiyonunu görebilmek… O yeni “Ben” halinde, eskinin kattıklarının heybemde olması ile… Yük gibi değil, bazen anestezi bazen de anımsatıcı etkisi ile… Bu durum ise, beraberinde zihnimde bir süre katiyen susmayacak olan şu soruları doğurmuştu: “Bir şeylere geç mi kalıyorum? Yani tavşan gibi hızlı mı koşmam gerekiyor? Yoksa salyangoz gibi yavaş mı gitmem gerekiyor? Bazen hızlı, bazen yavaş mı olmalıyım? Hangisi doğru?” Evet, neredeyse otuz iki yaşındayım ama biliyorum ki bazı şeyler için geç olduğu kadar, bazı şeyler için de erken olabilecek bir yaş. Fakat tüm bu sorular, yeni soruları da beraberinde getirdi. “Kime göre, neye göre? Hız ve yavaşlık mı önemli olan, yoksa yolun tadını çıkararak yol alabilmek mi?” En büyük arayışımı tek bir başlık altında topladığımda her daim “Mutluluk” çıkıyorsa ortaya, bu sadece kendi zamanımda ve kendi hızımda olmalı aslında… Bu sorularla, hayatın getirdikleri ve götürdükleriyle birlikte girdiğim o dehlizler, bazen çölde vaha gibiydi ama bazen de sonu görünmeyen, art arda gelen tüneller misaliydi… Bu konu üzerinde düşünmeye, yine deyim yerindeyse kendime yüklenmeye devam ettikçe, zihnimin bir köşesinde duran birtakım düşünceler yeniden gün yüzüne çıktı. Tabi bu da, yine yaşamın en sevdiğim pencerelerinden biri olan sanat ile oldu. Müteşekkirim.
Hayatta hepimiz bir şeyleri kendi tarzımızda ya keşfediyor ya da keşfedemiyoruz. Keşfettiğimiz üzerinden şekil almak istiyorum. Çünkü keşfedebileceğimize inanmak istiyorum. Bazılarımız kendini ve dolayısıyla ileride ne yapmak istediğini, değerli tiyatro ve sinema sanatçımız Genco Erkal gibi çok küçük yaşta keşfederken, bazılarımız ise yetmiş sekiz yaşında ciddi bir şekilde resim yapmaya başlayıp ilerleten ve ressam Grandma Moses olarak da bilinen Anna Mary Robertson Moses gibi, yaşamın daha ileri evrelerinde kendi sevdiği şeyleri keşfedip onlara odaklanabiliyor. Genco Erkal gibi çok küçük yaşta bana iyi gelen şeylerin farkında değildim ama Grandma Moses gibi ileri bir yaşta da bulmadım.
Sanırım tam olarak bana iyi gelenlerin ne olduğunu bulduğumda yaşım yirmi sekizdi. On yaşlarındaki bir çocuk için ileri, doksan yaşlarındaki biri için erken bir yaş sayılabilecek ara bir yaş, bana göre. Tamam, bazı alışkanlıklarım çok küçük yaştan beri değişmedi. Konular değişse de, benim yaklaşımımın değişmediği durumlar… Mesela, kendimi nerede rahat hissettiğim konusu… Fakat bu, başka bir yazının konusu: “Bana iyi gelen şeyler…” de aitlik bulacak, o da kendine muhtemelen. Bu iki ismin bende iki farklı şekilde yansıması olmuştur. Şöyle ki: İlk olarak, çok küçük yaştan beri ipucu veren ama yirmi sekiz yaşımda daha görünür hale gelen, zihnimde şekillenmesinden çok mutlu olduğum, bana iyi gelenleri her geçen gün daha çok geliştirerek yol almak. Diğeri ise, eğer seksen beş veya doksan yaşıma kadar yaşarsam, belki Grandma Moses gibi ileri yaşlarda bana iyi gelen yeni şeyler keşfedebilir ve layıkıyla da odaklanabilirim. İlk yansımada her geçen gün kendini geliştirme yolculuğunun bazen hızlı, bazen yavaş ilerlemesi; ikinci yansımada ise yıllar sonra olacakların, o bilinmezliğin heyecanı… Bu yüzden de bu iki isim benim için unutmak istemediğim iki iyi örnektir.

Tüm bu yazdıklarım, psikolog Prof. Dr. Acar Baltaş’ın Hayatın Hakkını Vermek adlı kitabındaki “Hangi yaşta olursak olalım, hepimiz hayatımızı ve kendimizi şekillendirmeye çalışıyoruz. Çünkü anlam arayışındaki bir yaşam, her zaman yapım aşamasındadır.” sözüyle dökülmeye başlamıştı. İyi ki de dökülmüş.
20.04.2025
14.57 Kalamış / İSTANBUL
Comments