İçimizdeki Güzel Çağ / Belle Époque
- Ulviye Yaşar
- 26 Kas 2024
- 5 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 22 Nis
“Dans eden bir yıldız doğurabilmesi için insanın içinde kaos olmalıdır.’’ Nietzsche

Bir önceki yazımda son birkaç aydır içimde hissettiğim müthiş bir kendim olma arzusuna,
“Hayır’’ diyebilmeye, çevremizi arındırmaya, dolayısıyla kendi içimizde de arınmadan bahsetmiş, son kısımda da kendimizi kendimizle merkezlemeye değinerek sonlandırmıştım. Bu satırların önceki yazımın devamı olmasını tercih ettiğim için birkaç dakika boyunca neşteri alıp, bu sözü biraz deşmek ve her zaman olduğu gibi yanına bir şeyler eklemek istiyorum. Peki bunun için ihtiyacımız olan ilk şey ya da belki tek şey nedir? İşte burada Nietzsche yardımıma koşuyor.
‘’Kaos’’. Şimdi yukarıdaki sözü tekrar okuyalım, duralım ve bir dakika da olsa üzerine düşünelim, lütfen. Kaos ve yıldızlar... Sözlükte birbiriyle zıt anlamlı kelimeler olarak geçmiyorlar ama yıldızın pozitif, kaosun negatif çağrışımda olduğunu düşündüğümüzde durum farklılaşıyor aslında. Çünkü bu iki kelime de tıpkı hayat gibi. Kendimiz gibi. En derinlerimizdeki düşüncelerimiz gibi. Her şeyin ancak zıttı ile var olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Gece-gündüz... Yalnızlık-sosyallik... Dinginlik-hareket… Yin-Yang... Hepsi bir diğeri olmadan mümkün olamayan şeyler...

Yin-Yang kuramından da hatırlayacağımız üzere, karşıt kutuplar sürekli bir aradadır. Kararlı ya da kararsız durumlarda olabilirler. Karşıt kutbu olmayan hiçbir durum söz konusu değildir. Yin-Yang sembolünü, tıkanıklık yaşadığımız anlarda birkaç saniyeliğine de olsa gözlerimizi kapatıp anımsasak, belki durumlar değişir. Yaşamın zıtlıklarla var olduğunu kabul etsek, tüm hücrelerimizle bu kabulü içimizde yaşatabilsek, zıtlıkların içinde bazen bile isteye girdiğimiz bazen de istemsizce kendimizi orada bulduğumuz girdaplardan daha kolay çıkabileceğiz belki de. Bu kabulle girdiğimiz veya bulunduğumuz girdaplarda farklı yollar alacağımız mutlaka söz konusudur. Böylece hayatımızdaki aynı döngülere karşı yüksek duvarlar örebileceğizdir. Tabii eğer o duvarları gerçekten örmek istiyorsak. Neticede kabule geçtiğimizde, konunun içinden geçiyoruz. Bir nevi aşıyoruz. Öylece geride bırakmıyoruz. Halının altına süpürmüyoruz. Tüm benliğimizle yaşıyor, bizde ne olarak kalacağını seçiyoruz. Özetle, olanı yaşıyoruz ama ondan beslenmiyoruz. Sonrasında da tabii ki biz, eski biz olmuyoruz. Tüm bunları görebilmek, anlayabilmek, fark edebilmek için yapmamız gereken şey de öyle çok yorucu bir eylem değil. Yani en azından fiziksel açıdan yorucu değil. Zihnen de ruhen de yorucu ama emin olun değiyor.

Filozof Tzetan Todorov'un Aydınlanmanın Gölgesinde Goya adlı kitabında, Goya’nın bir sözüne yer vermişti:“Bana kalan zamanda, zevkime uygun, dünyada en hoşlandığım bakış açısına göre şeyler yapabilirdim.’’ Bana kalan zaman... Ne değerli an değil mi? Bana göre hayatta en çok mesaimizi alacak şey… Kendi zamanımız...
Şu sıralar tek bir şeyden çok eminim. Hiçbir şeyden emin olmayan, hatta bazen istese de olamayan ben için abartı bir eylem sayılabilirdi bu. Pusulamızın hep kendimize doğru olması gerektiği... Tüm fırtınalara rağmen... Savrulsak, hatta arada sırada alabora olsak da... Kendimize saygı duyabildiğimizde tüm bunları yapmamız çok daha kolaylaşabiliyor. Hem zaten neye içten ve haddinden fazla saygı duyacağımızda, rotamızda net bir belirleyici değil mi? Bunu gerçekten önemsediğimizde, hayatın artık eskisi gibi olamayacağını düşünenlerdenim. Yeri geldiğinde dışarıya doğru tutmanın daha kolay olduğu namlunun ucunu, kendimize yöneltmenin ve büyütecin yönünü başkalarından ziyade kendimize döndürmenin sonuçları, uzun vadede oldukça faydalı yaşam reçetelerinden. Neticede,“Yaşam, başkasından daha iyi olmakla ilgili değil. Eski halimizden daha iyi olmakla ve gerçekte kim olduğumuzla ilgili.’’ Richard Feynman.
Kendi arayış yolculuğuma çıktığım şu son aylarda zihnime adeta kazınan Montaigne’nin “Onların hatalarını pek güzel yargılarken, kendi hatalarımıza karşı kör gibi davrandığımızı görmek beni çok sinirlendiriyor.’’ sözünün de bu bahsi geçen konuları çok iyi özetlediğini düşünüyorum. Bu sözlerle edebiyat yine tüm büyüsüyle dokunuyordu işte bana... Montaigne’e hak veriyordum elbette. Hem de çok... Kendi yaptıklarımı, yapmadıklarımı fazlaca gözlemlediğim şu zamanlarda sanatın yedi dalı ama özellikle edebiyat, bir kez daha kendine hayran bırakıyordu beni. Ama oldukça zorlayıcı ve yorucuydu da aynı zamanda...
Kendini bulmak ya da kendini anımsamak veya en entelektüel gibi duran ifadesiyle varoluş sancısı, yeni popüler olan bir şey de değildi gerçi. Aklıma ilk gelen Simone de Beauvoir, Albert Camus gibi isimlerden sonra sanatta, tarihte, felsefede de yaşanan veya yaşanmak isteyip yaşanmayan durumdu neticede... Ayrıca toplumda en sert kopuşu yaşayanlar olarak bahsedilen isimler arasında Fransız şair Arthur Rimbaud, Alman klasik filolog ve filozof Friedrich Nietzsche ve İsveçli yazar Johan August Strindberg yer alırken, ben bu isimlerin yanına “in me omnis spes est mihi’’ yani “Bütün umudum kendimde.” sözünün yaratıcısı Roma Cumhuriyeti döneminde yaşamış oyun yazarı Terentius’u da ekliyorum.

Şimdi ise biraz Modern Sanat’ın birkaç akımından bahsederek, kendimizle nasıl bir ilgisi olabileceği kısmına doğru yol alalım yavaştan. MSGSÜ’nün değerli akademisyenlerinden Sn. E. Osman Erden’in anlatımına istinaden Modern Sanat Eğitimi’nden aklımda kalan bir bölüme değinmek istiyorum. (Unutmadan; eğitimcilerin de hep anımsattığı gibi, sanat tarihinde hiçbir zaman bir akımın bitip diğer akımın başlangıcı söz konusu olmayıp, günümüzde de bu akımlar kapsamında eserler yaratıldığı görülmektedir.)
1870’li yıllarının başından Birinci Dünya Savaşı'na kadar Avrupa'da hakim olan döneme Barış Dönemi / Güzel Çağ / Belle Époque denmektedir. Bu dönem aynı zamanda sanat alanında oldukça yaratıcı bir dönemdir. Claude Monet’nin Empresyonizmin başlangıcı kabul edilen Gün Doğumu resmi, Avangart sanatın aktif rol oynamaya başlaması, Post Empresyonistlerin (Vincent Van Gogh, Georges Seurat, Paul Signac, Paul Gauguin vb.) 1880’li yıllarda yani bu dönemde karşımıza çıkması gibi birçok yenilik söz konusudur. 20. yüzyıla, yani 1900’lü yılların başına gelindiğinde ise Belle Époque en verimli dönemini geçirmiştir. Yine bu dönemde ortaya çıkan Avangart sanat ise; kültür, gerçeklik tanımları içinde kabul edilen normlar üzerinde adeta bir darbe etkisi yaratıp, sınırlarını değiştirmeyi amaçlamaktaydı. Sosyal reformdan estetik deneyimlerin değişimi gibi çeşitli konulardaydı. Avangart kelimesi, ütopik sosyalistlerden Henri de Saint Simon’un ortaya attığı bir tabirdi. İnsanlığın gelecekte ideal bir yaşama biçimine ulaşacağı, bu ideal yaşam biçimine ulaşırken aynı zamanda sanatçılarla bilim insanları tarafından onların öncülüğünde şekilleneceğini iddia ediyordu. Belle Époque yaratıcılık yenilik anlamında bu denli verimli yaşanırken, bu dönemlerde şekillenen kuşak savaşı, hiç deneyimlemediklerinden dolayı savaşın kötü bir şey olduğunu da bilmiyorlardı. Bu yüzden savaşa olumlu özellikler atfediyorlardı. Geçmişten, gelenekten kopmak için savaş, güzel bir araç olabilirdi. Çünkü savaş yıkım demektir. Yıkım, geçmişten kopuşu daha da hızlandırıyordu. 1909 yılında ise İtalya'nın Milano kentinde Filippo Tommaso Marinetti tarafından Fütürist Manifesto yayınlanır. Fütüristlerin yaklaşımlarında da savaşın, mücadelenin, kavga etmenin yüceltildiği görülmekteydi.

Ben de diyorum ki, kendimizi fark etmeye, kaoslarımızdan yıldız doğurabilmek için adeta tutuştuğumuz ve en çok gelişmeye başladığımız dönemdir belki de kendi güzel çağımız diye atfettiğimiz dönemimiz... Bu bazen kendimizle savaşa girerek, bazen kendimize rağmen kendimizle kıyasıya mücadele ederek... Sonrasında, artık hayatımızda istemediğimiz şeylere yüksek duvarlar örüp aynı döngülere yer vermemek, aynı döngüleri yaşamamak için… Yapabiliriz belki. Fark edebiliriz belki. Kimilerine göre bu durum, otuzlu kimilerine göre kırklı yaşlarda yaşanırken, kimilerine göre de yaş dönemeçleri önemsiz olabiliyor. Önemli olan yaşanmışlık, sayılar çok da mühim değil. Yani aslında hepimizin kırılma yaşadığı dönemler muhakkak var. Sadece bazılarımız bunu tüm benliğiyle olağan akışta deneyimliyor, bazılarının ise bu konu üzerine gayrete bürünmesi gerekebiliyor.
Sona geldiğimde, geçtiğimiz temmuz ayında aramızdan ayrılan, yazdıklarıyla bizleri her daim kendine ve edebiyatın ruha dokunan gücüne hayran bırakan Ferit Edgü’nün bana iyi gelen her ne yapıyorsam devam etmem için güç veren bir sözünü ekleyeyim: “Kendi kendime dedim ki: Yenilme kendine.’’
İçimizdeki dans eden yıldızlarımıza...
26.11.2024
19.07 – İzmir
Sevgili Ulviye ne yapıp ne edip benim gibi birine yazmak için yine çok fazla malzeme vermiş vaziyette. Öyleki Hangisine el atsam sayfalar dolusu metin çıkar ortaya 😊
“İçimizdeki Yıldız” cümlesinden girip simyacıların felsefe taşı adını verdiği içimizdeki gizli taştan mı bahsetsem;
Yoksa “Kaos” kavramının beni dürtmesinden dolayı termodinamiğin 2 numaralı yasasından yola çıkarak entropiye, ordan kaosa ve ordan da kaosdan doğan düzen kavramına mı varsam. Hani felsefe tarihinin önemli cümlelerinden bir olan o meşhur Ordo Ab Chao kavramına yani;
Yoksa “Yin Yang” kavramından yola çıkıp felsefenin en derin en karmaşık konularından biri olan dualiteyemi girsem. Girsem kitap olur ki sevgili Ulviye bilerek yada belki de bilmeden beni tahrik edecek şekilde bu konuya iki türlü yaklaşmış. Konuya önce felsefik bir kavram…