İçimizdeki reçete I
- Ulviye Yaşar
- 27 Mar
- 6 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 21 Nis
“Kalbin başkalaşması muhteşem bir şeydir. O noktaya nasıl gelirseniz gelin.’’ Patti Smith

Amerikalı müzisyen, ressam ve şair Patti Smith’in bu sözü ile epey bir zaman önce tanıştığımda söze resmen bayılmıştım ve hemen telefonumdaki notlara kaydetmiştim. Tabi zihnimin arka planında her daim olan sözlere de eklemiştim. Benim için çok şey ifade eden diğer bazı anekdotları eklediğim gibi…
Japon, gazeteci, çevirmen ve yazar Haruki Murakami’nin “Sahilde Kafka’’ adlı kitabındaki şu söz de keyifle hep yanımda taşıdıklarımdan: “Fırtına geçtikten sonra nasıl atlattığınızı hatırlamayacaksınız, nasıl hayatta kaldığınızı da. Hatta fırtınanın dinip dinmediğinden bile emin olamayacaksınız. Ancak bir şey kesindir; fırtınadan çıktıktan sonra fırtınaya girenle aynı insan olmayacaksınız.’’
Kalbimizi, zihnimizi başkalaştırıp kendimizi her geçen gün daha çok keşfetmemizi sağlayan çok fazla şey olabilir hayatta. Bu bazen bir alıntıyla, bazen bir durma haliyle, bazen bir anıyla, bazen ise bir yolculukla gerçekleşir. Elbette tüm bunlar ise fark edebilme hevesimiz olduğu sürece mümkün. Bu hevesimiz ne kadar fazlaysa, işte o zaman bize fayda sağlayacak duruma doğru yol alırız. O yolda da eski biz ve yeni biz, çok defa karşı karşıya gelerek konuşabilir. İşin ilginci, bunun tahmin edilebilir bir vadesi de yoktur. Ansızın ve hatta siz bambaşka şeylerle uğraşırken başınıza gelebilir. Devamında da daha önceden yaşananlara, o an yaşanmakta olanlara ve henüz yaşanmamış olanlara dair yeni fark edilişler kaçınılmaz olur.

Şimdi gelelim bu bahsi geçen, bana göre muazzam iki alıntının, benim içimdeki reçeteyi ortaya çıkartmak için yarattığı yansımalarının yedi versiyonuna. Unutmadan, ne demişti Ahmet Hamdi Tanpınar: “Bütün saadetler içimizdedir, her şey içimizde başlar ve biter.’’
1) Manevra
2) “Hayır’’ diyebilmek
3) Kabul
4) Psikolojik dayanıklılık / duygusal esneklik (resilience)
5) Salınmak
6) “Evet’’ diyebilmek
7) Değişim, dönüşüm
Tüm bu versiyonları kendi yaşam akışımızda ve hızımızda deneyimlemeye başladığımızda, hatta bunları rutinimize eklediğimizde, bir süre sonra değişim ve dönüşüm bizi her daim kucaklayan bir hale gelir. Tüm yansımalarına bu yazımda değinmem elbette mümkün değil. O yüzden bu yazı ile birkaç yazılık seri başlatmış da olacağım sanırım. Bakalım yolda değişiklik olmazsa… Araya farklı tema iç döküşleri girmezse diyelim.
İlk yansıma: Manevra. Yaptığım manevralar, beni hayatımda farklı bir “ben’’ haline getiren ilk “aşamalardı. Bu sayede de kendimin, benliğimin, düşüncelerimin, isteklerimin, istemediklerimin değişiminden ve dönüşümünden oldukça memnun edici bir noktaya gelmemi sağladı.
“Dönüşüm sarmalına o kadar açtım ki...
Zihnimin ahengiyle dans ediyordum adeta.
Bir yıl önceki bazı ‘ben’ di bu.
Glukoz komasından hallice onca şey...
Şimdi az bir tada bile ücraydı.
Çekilen fotoğraflar...
Gidilen yerler...
Geçirilen zamanlar...
Ve dahası...
Her şeye tabiydi, belki de...
Özetle tercih edilen her şeydi...
Heves şarttı.
Manevra ilaçtı.
Dolup taşmak lazımdı.
Sıradanlık kıyısına çokça mil uzaklık kaçınılmazdı...
Ötesi yoktu...’’
23.08.2024 – Suadiye
Buradaki beşinci yazımda da benzer ama başka bir konu için yer vermiştim bu satırlara. Tekrarladığım için özür dilerim. Ancak bu yazımı bunları eklemeden tamamlayamadım. Denedim, olmadı. Detayına sonlara doğru geleceğim. Şimdi ise kaldığımız yerden devam edelim. İstanbul’a varalı birkaç saat olmuştu ki, olduğum yerde kelimeler sanki öyle dökülmüştü. Çünkü bir süredir bir konuda karar vermem gerekiyordu ve bir manevraya ihtiyacım varmış gibi hissediyordum. Öyle de oldu. Sonucu iyi mi, kötü mü hala bilmiyorum ama kesinlikle bazı düşüncelerim değişmişti. İç sesimi dinleyerek yine en çok ona güvenmiştim. O dökülenler, sanki her şeyin geçiciliğini ve geçebileceğini bana harika şekilde fark ettirdi. Özellikle son birkaç yıldır manevraları yaşamın paha biçilemez hediyeleri olarak görüyorum. Üstelik istediğimiz konuda, istediğimiz zaman ve istediğimiz sayıda olabiliyorlar. Yapmak için ise neyi isteyip neyi istemediğimize sakince düşünüp karar vermemiz gerekiyor. Sonrasında, bazen viraja hızlı girme pahasına da olsa sert, bazen ise daha güvenli liman sever halimizle yumuşak bir yaklaşım sergilemek gerekiyor. Şimdi tekrar düşünüyorum da o dökülenlerin bana neden çok iyi geldiğini aylar geçmiş olmasına rağmen hala bilmiyorum ama ilk andan itibaren “Bana çok iyi gelen şeyler listesi’’ ne girmişti bile. “Bana çok iyi gelen şeyler listesi’’. Ne tatlı oldu böyle söylemek… Bu konuya da başka bir zaman geliriz. Çünkü hayatta en çok bu konu için savaş verdim diyebilirim: Bana iyi gelen şeyler… Dökülecek öyle çok şey var ki…

İkinci yansıma “Hayır’’ diyebilmek. Üçüncüsü ise kabul. Birbiri ile ilintili olduğu için tek paragrafta ve iç içe aktarmak daha sağlıklı bir anlatım olacak. Yaptığımız manevralardan sonra birçok sapakla dolu bir yola da girebiliriz veya yol dümdüz de olabilir ama çok yakın mesafede bir U dönüşü de bulunmayabilir. Nereden gidersek gidelim o seçimin mutlaka içimize sinmesi gerekir. En ufak huzursuzluk varsa ve bu seçim bizim için doğru değilse, kalp bunu illa ki belli eder. Vücut ısımız değişir. Endişe düzeyimiz artar. Enerjimiz negatife döner. Travmalar alanında uzmanlaşmış doktor Gabor Maté’nin Vücudunuz Hayır Diyorsa Duygusal Stresin Bedelleri’ adlı kitabında da dediği gibi “Nasıl hayır deneceğini öğrenmemiz engellendiğinde, bunu sonunda bedenlerimiz bizim yerimize hayır diyebilir.’’ Ne güzel anlatmış, değil mi? Biz ‘’hayır’’ diyemesek de vücudumuz söylüyor. Mucizevi bir şey. Fakat işte, bazen biz o “hayır’’ ları görmeyi o kadar reddediyoruz ki, içimizdeki o hissi evrenin normal akışında görülmesi gereken vadesine kadar fark etmeyi imkansız hale getiriyoruz. İşte bu noktada yaşamamız gereken şeylerin bizim için deneyime ve geçmesi zorunlu derslere dönüşmesi kaçınılmaz oluyor. Yol bizim için doğruysa da yüzümüzde tebessüm oluşturan, oldukça pozitif hislerle ruhumuz adeta dans eder. O zaman da tadını doyasıya çıkarmamız gerekir. “Hayır’ diyebildik veya diyemedik; olabilir elbette. Neticede bu söylemi hayatımıza dahil etmek pek kolay değil. Ancak unutmamamız gerekiyor ki yaşamımız, söylediğimiz “hayır’’ ve “evet’’ ler ile bir bütün oluşturuyor. Yolumuzu aydınlatan en iyi fenerlerden biri yani…

Aslında hangi yolu seçersek seçelim, kazanan hep biz olabiliriz. Bu ise hayata, olaylara, kişilere doyasıya kabul ile yaklaşmak ile mümkün. İyi bir sonuca vardığımızda konumuz sosyal ilişkiler ise mutluluğumuza sebep, konumuz iş ve kariyer ise de fayda kaynağı oluyor. Kötü bir sonuç söz konusuysa da o yoldan mutlaka öğrenmemiz gereken şeyler olduğunu, belki de kendimizde süregelen ve tekrarlanan durumların artık değişmesi gerektiğini fark etmemizi sağlayan sinyal niteliğinde oluyor. Peki, kabul bunun neresinde? Aslında tamamında. Hatta yaşamın her anında. Çünkü kabul, “Yolda olma’’ halindeyken yapılacak küçük gibi görünen ama aslında çok büyük bir eylem. O yoldan almamız gereken keyfi de en çok arttıran… Biyolog ve nörobilim uzmanı Sinan Canan’ın, beklentilerimizi minimum seviyede tutabildiğimiz zaman kabule geçebilmeyi mutluluğun formülü, hatta mutluluğun anahtarı olarak nitelendirdiği çok sevdiğim yaklaşımı vardır: “Şimdi, şu anda burada olanı kabul edip bir sonraki anda her şeyi yapabileceğini fark edecek muktedir bir varlığa dönüşürsünüz.’’ Böylece toplumdaki bazı kişiler tarafından sanıldığı gibi bir teslim olma halinden ziyade olanı olduğu gibi yaşamak üzerine güzel bir değinişte bulunmuştu. Dolayısıyla kabul, beklentisizlik ile de iç içedir. Tiyatro ve sinema oyuncusu Ali Poyrazoğlu’nun şu sözünü de anımsamak, kabule geçebilmek adına iyi hissettiriyor. “Yüzdeki çizgiler yaşamımızın haritasıdır. Nereye gitmişiz? Nerede terk edilmişiz? …….. En çok sevindiğin gün, attığın kahkahalar, devirdiğin kadehler yüzünde çizgi olarak kalır.’’ sözünü anımsamak kabule geçebilmek adına iyi hissettiriyor. Neticede, Tuğçe Isıyel’in bizlerle tanıştırdığı söz gibi: ‘’Yara izi, biraz da yaşam izidir.’’ (İlgilenenlere: Ya Hiç Karşılaşmasaydık Psikoterapi Odasından İlişkilere ve Edebiyata adlı kitabından)
Şunu da unutmamak gerekir: Eylemde olduğumuz sürece yerimizde saymak diye bir şey yoktur. Bazı yolculuklara gönüllü çıkılır, bazılarına ise mecburuzdur. Fakat çıkılan bir yolda her ne fırtına olursa olsun yaşanmışlık hediyesi olmadan dönüş, emin olun yoktur.
Yavaştan gelelim son demlere… Daha önce dokuzuncu yazımda ikigai ve kaizen konularına keyifle değindiğim gibi, bu on üçüncü yazımda da Japon yaşam sanatı ve yaşan felsefelerinden diğer altı maddeye değinecektim. Çeşitli kaynaklardan çok defa araştırma da yapmıştım. Ancak taslaklarımı kaç hafta geçti bir türlü içime sinen şekilde derleyip toparlayamadım. Bir yerler hep eksik kaldı. İçime sinmedi yani. Çünkü sadece bilgi aktarımı şekilde bir şeyler yazmak tercihim değil, olmayacak da… Zaten o şekilde veri yeterince var. Baktım, içime sinmiyor bende manevra yaptım ve rotamı değiştirdim. İşte bazen ya da çoğu zaman böyle olur. Biz bir şeye karar veririz, ancak yolda o kararımızın değişmesi bizim için de oldukça geçer akçe bir hal alır. Tabii bunun değerini de sonra anlarız.
Şimdi de az biraz sanat… Çıktığım yollardaki iyi ve kötü yaşanmışlıklarımdan öğrendiklerim ve sanatın, çok yönlü ruhumu kapsayıcılığının beni gündelik hayatın boğuculuğundan kurtaran yegane şey olmasının içimde başka hiçbir şey ile ölçütü yoktur. Son birkaç aydır da hayatıma felsefe ve psikoloji fazlaca eklendi. Malum, burada da hepsiyle sevdiğim karışımda bir dünya yaratmak gayretindeyim. Çünkü bu karışım halinden oldukça memnunum. Sanatın her dalına net bir şekilde aşık biri olarak en çok hangi dalı sevdiğimi de ara ara sorguluyorum ama cevabım hiçbir zaman tek bir dalı olmuyor. Fakat şundan çok eminim: Sevdiğim bir sanatçının konserinde (-ki sevdiğim sanatçıların konserlerine kaç defa gidersem gideyim katiyen sıkılmıyorum, çünkü zaten çok üreten kişiler oluyorlar), sevdiğim sanatçılardan oluşan bir kadronun yer aldığı tiyatro oyununda da adeta gerçek hayattan sıyrılarak ruhum sahnede yer alıyor. Konserlerde, dinletilerde, tiyatro oyunlarında adeta o anı iliklerime kadar yaşıyorum yani. Ve beşinci yüzyıldan günümüze kadar olan her dönemine ayrı hayran olduğum edebiyat… İnsanlık hallerini aktaran en büyüleyici dallardan ilk sıradaki belki de. Meğer müzik, tiyatro ve edebiyat ilk sıralardaymış. Bunu da şu an fark ediyorum. Güzel oldu, böyle yazarken birtakım anlık fark edişler yaşamak. Madem bugün de 27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü, o zaman yazımı meşhur bir tiyatro repliği ve çok değerli sanatçı Münir Özkul’un 1968’den itibaren taşıdığı kavuğu 1989 yılında bir diğer değerli sanatçı Ferhan Şensoy’a devrettiği fotoğraf ile bitireyim. Sürçülisan ettiysem affola!
27.03.2025
15.17 - İZMİR

Yorumlar