top of page

İçimizdeki reçete III

  • Yazarın fotoğrafı: Ulviye Yaşar
    Ulviye Yaşar
  • 18 Nis
  • 5 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 21 Nis

 Bazen, devam etmek, sadece devam etmek insanüstü bir başarıdır.’’ Albert Camus

ree

Geldik “İçimizdeki reçete” serisinin üçüncü ve son yazısına… Bir önceki yazıda duygusal esneklik ve salınmaya değindikten sonra, şimdi de sıra altıncı ve yedinci yansımalarımız olan “Evet” diyebilmek ve Değişim – Dönüşüm… Önceki yazılarda “Hayır” diyebilme konusuna bazen yüzeyde, bazen de derinlerde yüzerek değinmiş, ama “Evet” diyebilmek konusuna hiç somut ve detaylı şekilde yaklaşmamıştım. Çünkü bu konuyla alakalı sekiz–dokuz aydır hem kendi üzerimde hem de farklı çevrelerde gözlemlediğim şeyler vardı. Bu durum benim için şaşırtıcı olduğu kadar üzücüydü de… Bu yüzden gözlemimi kısa tutmak yerine biraz daha ilerletmeyi ve akabinde bu seride yer vermeyi tercih etmiştim. 

ree

Geçmiş yıllarda avukat olan Amerikalı yazar ve podcaster Melanie Lee Robbins’in programına konuk olan Kanadalı yazar ve tıp doktoru Gabor Maté, oğlu Daniel Maté ile birlikte yazdığı Normal Efsanesi Toksik Bir Kültürde Travma, Hastalık ve İyileşme adlı kitapta yer verdikleri çeşitli soruları, Mel Robbins’e ve tabii bizlere de yönelterek, Hayır’’ demek üzerinden “Evet” demenin önemine hem sade hem de oldukça düşündürücü bir şekilde değiniyordu. Olumlu ve olumsuz bu yanıtlar hayatta her daim iç içe olduğundan çoğu zaman alışkanlıktan dolayı bile cevaplayıp üzerine düşünmeyebiliyoruz. Ta ki kendimizi fark edene kadar… Sorular şu şekildeydi:

1) Başkalarının beklentilerine Hayır’’ demeyi ne kadar kolay buluyordunuz?

2) “Hayır” demekte zorlandığınız yerler hayatınızın hangi alanları? Bu iki alanda ortaya çıkar: iş hayatında ve kişisel yaşamda. Hayır’’ diyememenizin üzerinizdeki etkisi nedir?

3) Hayır’’ demenizi engelleyen şeyin altında yatan inanç nedir?

4) Bu hikâyeyi nasıl geliştirdiniz? Eğer hayır dersem reddedilirim.’’ diye nasıl öğrendiniz?

5) Eğer bu inanca sahip olmasaydınız, ‘’Hayır’’ diyemeyeceğinize inanmasaydınız kim olurdunuz?

6) Nerelerde Evet’’ demiyorsunuz?


Ben şahsen, programı izledikten sonra her soru kısmında bir süre öylece kalakalmıştım. Fakat en çok altıncı soru beni sarsmıştı. En kalp sıkıştıran oydu benim için... Önceki beş soru, diğerine göre çok daha psikoloji alanıyla ilintiliydi ve hatta – eğer varsa ki birçoğumuzda çeşitli sebeplerle olduğunu düşündüğüm – travmalarımızı dahi tetikleyebilecek türdendi. O yüzden, bu seriye ayırdığım rotadan da sapmamak adına, şimdilik bu yazının konusuna tabi olan kısma yoğunlaşalım istiyorum.

Gabor Maté: Nerelerde Evet’’ demiyorsunuz?

Mel Robbins: Aman Tanrım. Her yerde. Boş zamana, eğlenceye, neşeye, yaratıcılığa, dinlenmeye...

Gabor Maté:  “Evet’’ dememek,  “Hayır’’ dememek kadar zararlı. Bu yüzden bu iki küçük kelime, küçük bir alıştırma ile haftada bir kez yapıldığında insanların hayatını değiştiriyor.


Gabor Maté'nin beni oldukça sert sarsan “Nerelerde “Evet’’ demiyorsunuz?’’ sorusunu ve önerdiği pratikle bunu geliştirebileceğimiz bilincimizi bir kenarda tutarak devam ediyorum. “Evet” diyebilmek konusunda kendi çocukluğum üzerinden yorum yapmayı daha doğru bulduğum için genelleme yapmayacağım. Doğru mudur, değil midir? Bilmiyorum. Deneme kıvamında burası, malum… Ayna tutabilirsem hem kendimize hem sizlere, ne harika olur. Anımsayabildiğim kadarıyla, kendimi bilmeye başladığım dört-beş yaşımdan yaklaşık on bir-on iki yaşıma kadar hayata %50 “Hayır”, %50 “Evet” im vardı. En basitinden annem sevdiğim bir yemeği yapmışsa keyifle yiyor sevmediğim bir yemek varsa ama sağlığa faydasından dolayı yememi istiyorsa, o anki moduma göre ya yine de yemiyor ya da sevmediğimi net bir şekilde belirterek zar zor yiyordum. Muhtemelen birçoğumuz için de durum üç aşağı beş yukarı böyledir. Peki, rahatça “Evet” derken zaman geçtikçe ne oluyor da, üç bilinmeyenli denklem misali, zorlaşıyor bu tek kelimeyi söylemek? Bana kalırsa, rahatça bize iyi gelen şeylere “Evet” diyebilme mevzusu devreye giriyor; ebeveynlerimizin hayalindeki çocuk olma imajına ters düşmeye başladığımızda... Onların hayallerindeki çocuk olsanız dahi bu hissedilebiliyor. Bazen yanlış anlamalarla, bazen de onların kendi yaşam döngülerindeki sorunları — vazifemiz olmamasına rağmen — üstlenmemizle... Bunun için çok fazla dinamik var; oralara hiç girmeyeceğim. Bu durumu fark etmediğimiz, önlemediğimiz sürece — ki o yaşlarda bunun bilincinde olmak neredeyse imkânsız tabii — biz büyüdükçe, beraberinde hissettiğimiz kişi ve kişiliğe bürünmeyi de törpüleyebiliyor. Şöyle ki; karşı cinsle olan ilişkimizde, onun daha çok seveceği, hatta vazgeçemeyeceği kadın/erkek olma gayretine — ki her şeyin geçici olduğu bu yaşamda ne kadar yetersiz bir düşünce, istisnalar haricinde — veya arkadaşlıklarda hep arayan, soran biri olmaya kadar giden evrelere geçiş doğurabiliyor. Çünkü “Evet” i rahatça söyleyen, içimizdeki o çocukla ilerlemek; beraberinde değişim-dönüşümü getiriyor. Ve çevremizdeki birçok kişi tarafından da bu, takdir edersiniz ki, mütemadiyen çok da tercih edilen veya kucaklayarak karşılanan bir yaklaşım olmuyor. Buraya kadar aktardıklarımla beraber şimdi de İçimizdeki reçete’nin yedinci ve son yansımasına doğru ilerleyelim.

 

New York Times Bestseller yazarlarından, podcaster ve sunucu Lewis Howes’un programına konuk olan Amerikalı yazar Jen Sincero’nun dönüşümü de içinde bulunduran değişimle ilgili görüşüne yer vermek istiyorum: En yakınındaki kişiler gelişmeni desteklemiyorsa ne yapılmalı? Desteklememelerinin başlıca sebebi ise sevdikleri kişiyi öldürüyor olmanız.’’ Hatta bu noktada Lewis Howes oldukça şaşıran bir ifadeye bürünüyordu. Ben de öyle. Ve devam ediyor. Düşünsene, olduğun kişiyi değiştiriyorsun ve onlar senin olduğun halinden memnunlar. Ve bir bakıma senin nasıl biri olduğun, onların da gerçekliği. Bu yüzden, sen değişmeye karar verdiğinde onların dostunu da öldürüyorsun. Ve onların gerçekliğini mahvediyorsun. Çünkü onlarınkine uyuyordun.’’ Ne kadar haklı değil mi?

ree

Birçok zorlu süreçten geçtikten ve bir takım şeyleri çok fazla süzgeçten geçirdikten sonra ruhumuzda yukarıdaki görselin somut karşılığını buluyor aslında. Hayatını bunlar şekillendiriyor.’’ Çok iddialı değil mi? Düşünelim hadi. Sıralayalım bir şöyle:

1)Okuduklarımız

2)İzlediklerimiz

3)Vakit geçirdiğimiz insanlar

4)Bulunduğumuz çevre

5)Alışkanlıklarımız

6)Takip ettiklerimiz

7)İnançlarımız

8)Hedeflerimiz

9)Boş zamanlarda neler yaptığımız

10)Yediklerimiz

Bir çırpıda okuduğumuz on madde. Peki ya kaç tanesine çokça özen gösteriyoruz? Veya her maddeye hak ettiği değeri ne kadar sıklıkla veriyoruz? İkinci soru olmasa belki de birçoğumuzun ilk soruya yanıtı “Evet, elbette.’’ olurdu ama diğer soru gelince zihin, istemsizce çıkarım yapmaya başlıyor.

 

Amerikalı ultra maraton koşucusu, yazar, motivasyon konuşmacısı ve birçok spor başarısına sahip olduğu için Uluslararası Spor Onur Listesi’ne alınan David Goggins’in “Bazen kendini iyileştirmek için kendinle savaşmalısın.” sözünü şiddetle benimsiyorum. Çünkü benim yaşamımda herhangi bir temadaki ilerleme hâlinin, kendimizle savaşmadan kat edileceğine dair bir inanca bürünecek şeyler pek olmadı. Şikâyetçi değilim, aksine müteşekkirim. Tahmin edildiği üzere genel kitlede de hâkim olan; aile sorunları, ilişki kafa karışıklıkları, iş hayatı etapları, sosyal hayat tatminsizlikleri vb. konular… Bence bu konulardan hiçbirinin altın tepsiyle sunulmamış olması, bir şeyler adına savaşma enerjimize iyi bir neden oluyor. Bunun için de sürekli değişime açık bir sekmemin olması gerekiyordu. Öyle de oldu. Çünkü biz istedikten sonra değişim kolaydır. Önemli olan, değişmeye ne kadar açık olduğumuzdur. Diğer bir deyişle: “Değişmeye – dönüşmeye ne kadar cesaretliyiz?” Üstelik değiştikçe dönüştükçe daha çok mutsuz da olabilme ihtimalime rağmen... Kendimizi en çok yine kendimizin iyileştirebileceğini de unutmadan... Düşünsek mi bunu?

ree

Geldik “İçimizdeki reçete III” ’ün yani serinin de sonuna… Böyle bir yazı serisini başlatmamın amacı; sıradaki bazı yazılarımda değineceğim konular öncesinde, kendi yaşam yolculuğumuzda bizi bekleyenleri – zorluklardan sonra karşımıza çıkacak olan, adeta çölde bir vaha gibi – düşünüp, o vahaya da ilk başta büyük bir cam cepheden bakmak, ardından cephedeki birçok pencereden sırasıyla da bakmaya başlamak içindi… Bir nevi, bize iyi gelen ve iyi gelmeyen şeyler üzerinde yoğunlaşabilmek içindi. Tüm bunları akıtmamın tek amacı: “Arayış.” Bazen hiç durmadan, bazen yavaşça… Ya da Romalı imparatorlar Augustus ve Titus’un çokça kullandığı motto olarak da bilinen Festina lente misali…

 

İyi geldi burası ve böylesi… Bu yazdıklarım birilerine dokunsun, hatta sarılsın; elbette çok isterim. Fakat en çok, kendi yaşam yolculuklarımızda belki de defalarca deneyip yapamadığımız her değişim sancımıza, Uçan Tabut adlı çok sevdiğim kitapta geçen şu kesitle umut dolu bakalım istiyorum:

Herkesin biricik bir hikâyesi vardır.

Kendine uyanış hikâyesi,

‘O’ hikâyesi.

Senin yok mu?

Olacaktır.’’

Pınar Eğrilmez

 

18.04.2025

16.22 – Galata / İSTANBUL

 
 
 

Yorumlar


bottom of page