top of page

Kahkaha limanına

  • Yazarın fotoğrafı: Ulviye Yaşar
    Ulviye Yaşar
  • 25 Eyl
  • 3 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 9 Kas

Hayat dar alanda trajedi, geniş açıda komedidir.’’ Charlie Chaplin 


ree

Haftalardır ertelediğim neşe konusuna dair içimi dökmek istiyorum, bu kez sizlere. Çok sevdiğim bir arkadaşımın, yaklaşık 1 yıl önce zor zamanlar geçirdiğim esnada bana dediği “Neşeni takip et lütfen.” cümlesiyle yaşamımda neşenin sorgusu kendine yer bulmuş oldu. O güne kadar sağlık, mutluluk, huzur önemliymiş de neşe ise geri planda olması gereken bir şeymiş gibi düşünürdüm. Ne kadar yanlışmış oysa… Neşenin önemini fark edip anlamam da 1 yılımı aldı. O sürede de karşıma neşeyle ilgili birçok şey çıkmasına rağmen… İşte bazen hayat, siz hazır olmadığınız sürece isterse 1000 kez aynı şeyi karşınıza çıkartsın; siz yine de buğulu gözlüklerinizle bakmaya devam edebiliyorsunuz. Elbette hepimizin hayatlarımızda çeşitli zorluklar yaşadığımız, bazen bir derdimizin bitmeden diğerinin kapıda beklediği su götürmez bir gerçek. Hal böyle olunca ben de biraz çevremdekiler üzerinden gözlem yaptım. Tahminimdeki gibi birçok insanın da öncelikleri arasında neşesinin pek olmayışını görmek çok üzücüydü ama şaşırtıcı değildi. Tabii ki haklılık payları görmezden gelinemez: Ülkenin mevcut durumu, ekonomi, her geçen gün artan stres oranları vs... Şu da bir gerçek ki; evet, hayat zor. Hayat çok zor. Yaşamak çok sancılı. Aldığımız onca yarayla ayakta kalabilmek, kendi benliğimizle özgürce var olabilmek çok ama çok zor. Fakat neşe olduğunda, neşemize – neşeli hâlimize– bedenimizde ve ruhumuzda gerçek bir yer açtığımızda, hayattaki zorluklar kapısından geçerken o kapının kilidini biz kendimiz yaratmış oluyoruz. Başkasından anahtar istemeye de hiç gerek duymamış oluyoruz.

 

Her şeye rağmen hayat yaşanılası bir yer. Üstelik evren tüm ihtişamıyla kendini bize sevdirmeye böylesine uğraşırken, aksini düşünmek ve zıt yoldan gitmek çok yanlış bir seçim olur. Hayat; renkleriyle, gökyüzüyle, okyanuslarıyla, topoğrafyasıyla ve dahasıyla… Neşeli hâlimiz için illa her dakika kahkaha atmamız da gerekmiyor ki... Hem zaten bazı zamanlar attığımız en yüksek sesli kahkahalarımız, içimize attıklarımız değil mi?


Şu sıralar peşi sıra farkında olmadan hem Budizm hem de Budizm'in bir dalı olan Zen Budizmi ile ilgili bilgilerle, örneklerle karşılaşınca bu yazımın içeriğinde de Buda heykeline yer vermek iyi hissettirdi. Gülen Buda veya kahkaha atan Buda heykeli; Çin’de 10. yüzyılda yaşamış bir Zen keşişi olan Budai’yi temsil eder. Neşenin, şükretmenin, bolluğun, bereketin, iyimserliğin, içsel huzurun ve ruhsal hafifliğin simgesi olarak kabul edilir. 10. Yüzyıldan günümüze kadarki süreçte de her daim pozitif enerji ve mutluluğun en bilinen figürlerinden olmaya da devam etmektedir.


ree

Ne tuhaf değil mi? Heykel bile olsa satır arasında birkaç saniye bile olsa bir gülüş insanın ruhunu renklendirmeye yetebiliyor. Peki ya gülemediğimizde? Hadi gelin biraz da o cepheye bakalım.


Neşemiz olmadığında…

Kendi gülüşümüze destek eylemleri, bazen de eylemsizlikleri yapmaya geçmediğimizde – yani komedi filmi/dizisi izlemeyi zaman kaybı gibi gördüğümüzde, modumuzu yükselten müzikleri dinlemekten kaçındığımızda, pozitif enerji veren sevdiğimiz kişilerle görüşmelerimiz seyreldiğinde – ki bu durum hayatın koşturmacasında çok geçer akçe – yani günlük rutinlerimizde biraz olsun neşeye kucak açmadığımızda, sahip olduklarımızın önemi de ne yazık ki aynı kalamayabiliyor. Böylece insanı asıl ayakta ve güçlü tutan; neşe, kahkaha, izahı olmayan şeylerin mizahını yaratışlar ya da kısaca yağmurlu havalardaki sığınağımız yok olmuş oluyor. O sığınak, derme çatma olsa bile, tahmin edilenin aksine yeri geldi mi en değerlisinden bir sayfiye evi gibi hissettirebiliyor.

 

Bana dönecek olursak…

Çeşitli dönemeçlerden geçtikten sonra artık neşe hayatımda öyle bir yerde ki; ailem ve çok sevdiklerim gibi… Ama insanım ve bazı zor zamanlardan geçerken unutabiliyorum. Yeniden önceliğim yapmama evresine geçiş yapabiliyorum. Ancak ben kendimi öyle zamanlarda –geçtiğimiz mayıs ayı sonlarında maalesef ki aramızdan ayrılan Brezilyalı belgesel fotoğrafçısı, foto muhabiri ve aktivist Sebastião Salgado’nun, 245 siyah-beyaz fotoğraftan oluşan “Genesis” adlı sergisinde yer alan bu fotoğrafa benzetiyorum:


Paulet Adası ile Weddell Denizi’ndeki Güney Shetland Adaları arasındaki buzdağı                                            Antarktika Yarımadası, 2005 – Sebastião Salgado
Paulet Adası ile Weddell Denizi’ndeki Güney Shetland Adaları arasındaki buzdağı Antarktika Yarımadası, 2005 – Sebastião Salgado

Kendimizi bu buzdağı gibi düşünürsek; gözyaşlarımız bir kısmımızı eritebiliyor ya da şiddetli darbelerle içimizden bir parçamız kırılıyor. Erimeden veya kırılmadan fark etmek önemli. Ancak geç fark ettiysek de o boşluğa kahkaha sesleriyle duvarlar örmek de pekâlâ mümkün. Fark ettikten sonra diğer aşama ise idrak hali… İdrak, merdivenin en alt basamağı anlamına gelen Arapça “dereke” sözcüğünden türeyen bir kelimedir. Anlamı ise; bir şeyin sonuna veya dibine ulaşma… O aşamadan sonra varılacak başka bir yerin olmayışı ve anlamadaki son evrenin orası oluşu… Yani bir bakıma, bir şeyleri iliklerine kadar anlama hâlinin en belirgin durağı. Oysa ki kural çok zor değil: Bir şeylerle sınanırken veya savaşırken; kendinle kalmaya izin ver, fark et, idrak et, sahip çık neşene ve izini sür. Hayat o zaman yaşanılası… Geçtiğimiz haftalarda aramızdan ayrılan, ABD’li adalet simgesi ve efsanevi yargıç olarak tanıdığımız Frank Caprio’nun da dediği gibi: “Hayatının her dakikasının tadını çıkar.”

 

Neşemizi takip etmelerimize…

 

25.09.2025

12.50 – Kotor / MONTENEGRO

 


 
 
 

Yorumlar


bottom of page