top of page

Kendi ritminle

  • Yazarın fotoğrafı: Ulviye Yaşar
    Ulviye Yaşar
  • 10 Kas 2024
  • 3 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 5 Nis

“Dünya öylesine karmaşık, dolaşık ve fazlasıyla yüklü ki, biraz aydınlık bakabilmek için seyreltmek gerekiyor.” Italo Calvino

ree

Bir durabilmek... Bir bakabilmek... Soyutlanarak... Hiçbir şey düşünmeden... Hayatın içinde kendimiz için... Var olabilmek için hep... Bir önceki yazımda “Hayır”  diyebilmekten kısaca bahsetmiş, son kısmında ise “Sonunda gelinen yer” diyerek bir şeylerin kendi içimde netleşmesiyle yazıyı noktalamıştım. Bu yazımı da, bir önceki yazımın istemsizce devamı diye nitelendirmek doğru olacak sanırım. Çünkü bir yandan nelerden bahsetsem diye düşünürken, bir yandan da her zaman olduğu gibi akışa bırakmıştım. Bu sayfayı açtığım ağustos ayından beri yazılarımın arasındaki enformasyon sürecinin formülü tam olarak hayatın doğal akışı aslında.


Nasıl mı? Hayatın rutin akışı, gelişen yeni şeyler, okuduklarım, izlediklerim, sohbet ettiğim kişiler, tüm bunları fark edip süzgeçten geçirerek içselleştirmem... Elbette her daim taslaklarım var. Dökülmesini muhakkak tercih ettiğim cümlelerim, yeni fark edişlerim, alıntılarım... İşte bu bağlamda, bu süreçte karşıma çıkan şeyler, hatta birtakım işaretler de diyebilirim. Tam da bir yazımda mutlaka detaylı şekilde anlatmak istediğim konuları oluşturdu. Sonra bir baktım ki yazım, bir önceki yazının devamı gibi olmuş.


Amerikalı polisiye ve psikolojik roman yazarı Patricia Highsmith’in 1955 yılında yayımlanan Becerikli Bay Ripley adlı kitabındaki şu sözü: “Kendim olmak için dayanılmaz bir ihtiyaç duyuyorum.” (İlgilenenlere; daha sonra bu kitabın, 1999 yapımı aynı adlı bir filmi ve 2024 yapımı bir dijital platform dizisi çekildi. İki yapım da bence muazzamdı. Dizi formatı, estetik çekim açıları, mimari detayların aktarımı ve siyah beyaz oluşu ile çok daha farklı ve gizemliydi.) İşte bu yazının enformasyon sürecinde karşıma çıkan ve benim içselleştirmeden edemediğim şeylerden ilki bu alıntı olmuştu. Son aylarda hayatın getirdikleri ve götürdükleriyle Patricia Highsmith’in bu sözüne hak vermemek mümkün değildi. Kendim olmaya neden bu kadar ihtiyaç duyuyordum? Neden en çok şimdi hissediyordum bunu? Bazı insanlar hayatlarımızda yer aldığında ya da bize iyi gelmediklerini bildiğimiz halde buna izin verdiğimizde kendimiz olamıyor muyuz? Kendimiz olma yolculuğunda ya da kimilerine göre savaşında onlar çit mi örüyordu? Ahşapsa bu çiti yakmaya cesaretimiz mi yoktu? Yazar Şule Gürbüz’ün, sanki tam da bu konu için yazdığı şu sözünü anımsayalım: “İnsan ara sıra evini yakmalı ve çıkıp seyretmeli.”

ree

Karşıma çıkan bir diğer şey ise İngiliz yazar Matthew Hussey ve Amerikalı yazar ve eski avukat Melanie Robbins’in, bir programda ilişkilere dair “Hayır” diyebilmek üzerine yaptıkları konuşmaydı. “Biri olmadan yeterince mutlu olacağın bir yere gelmen gerekiyor. Sonsuz mutluluğa gerek yok ama yanlış şeylere her zaman hayır diyebilecek kadar mutlu olmalısın. Çünkü yanlış insanlara daha hızlı hayır diyebilirsen doğru kişiyi daha hızlı bulursun.” Böyle diyordu Matthew Hussey. Ne yazık ki toplumumuzun süregelen gelenek-görenekleri, haddinden fazla fedakârlık temelleri üzerine kurulu olduğundan, “Hayır” diyebilmek saygısızlık gibi algılanabiliyor. Oysa çözüm o kadar komplike değil. Kendimize izin versek, fark etsek; başkalarına “Evet” derken kendimize belki de defalarca “Hayır” dediğimizi, o zaman başkalarına bu kadar kolay “Evet” diyebilir miydik? Sanmam. Neticede, her ne yaşarsak yaşayalım aslında içimizde bir yerlerde tüm olanları ve olacakları hissediyoruz. Çünkü eğer içimizde bir şeyler  “Hayır” diyorsa, biz de “Hayır” demeliyiz. Programdaki bu konuşma, ikili ilişkiler üzerineydi elbette. Ancak hayatın tüm rollerimizde oldukça önemli bir mevzu olduğu da su götürmez bir gerçek bana göre. Arthur Schopenhauer’un “Üslup, zihnin fizyonomisidir.” sözünü hatırlamak, bu konuda zorlandığımızda işimizi kolaylaştırabilir.

ree

Psikolog Julie Smith’in “Mutluluğun için çaba harcarken bu hatayı yapma!” diyerek adeta bir deney konusu gibi paylaştığı bir videoyu anlatmak istiyorum. Julie Smith, önünde temiz suyla dolu bir akvaryum ve içinde bir balık olduğunu gösteriyor. Bu balığın kendimiz, akvaryumun ise hayatımız olduğunu düşünmemizi istiyor. Ancak çoğumuzun hayatında olduğu gibi hayatımızı toksik hale getirebilecek sorunların olduğundan bahsederek suya kirlenmesi için sıvı bir şey döküyor.

ree

Bir balığın zehirli ortamda yaşıyorsa sonunda hastalandığına ve bu yüzden onu kirli sudan çıkarıp bir süreliğine yeni bir akvaryuma koyma eylemimize değinerek devam ediyor. Bu durumu da rutinlerimize bazen mola verdiğimiz zaman birkaç haftalığına tatile gitmemize, yeni ortamlara girmemize ve bu durumun bize iyi gelebileceğine, her şeyin bir süreliğine düzelmiş gibi görünebileceğine hatta harika bile hissettirebileceğini anlatarak devam ediyor. Uzun vadede mutluluğumuz konusunda başarılı olmak istiyorsak bizi her gün etkileyen çevreyi temizlemeye odaklanmamız gerektiğine değinerek deneyi sonlandırıyor.


Tüm bu anlatılanları hayatımıza indirgeyebiliyor muyuz? Bu durumda zorlanıyor muyuz? Yoksa bir süredir bilinçsizce zaten yapıyor muyuz?


Arınmadan bahsetmişken, Rönesans Dönemi’nin efsanevi sanatçısı Michelangelo’nun çok sevdiğim şu sözüne de yer vermek istiyorum: “Mermerin fazlalıklarını alıyorum, geriye heykel kalıyor. Güzellik, fazlalıklardan arınmalıdır.”

ree

Hayatta istemediğimiz herkese ve her şeye “Hayır” diyebilmeye başlayıp, çevremizi arındırabildikten sonra, James Norbury’nin Büyük Panda ve Küçük Ejderha adlı kitabından şu kısma değinmek istiyorum:

“Hangisi daha önemli?” diye sordu Büyük Panda.

“Yolculuk mu yoksa varacağın yer mi?”

“Sana kimin eşlik ettiği.” dedi Küçük Ejderha.


Bu yazımın süreci tam olarak böyleydi işte... “Hayır” diyebilmeye ve çevremizi arındırarak yolculuğumuzda eşlik edenleri belirlemek. Şimdi düşünsek... Kendimizi kendimizle merkezlediğimiz bir hayat... Ne muazzam olur.

 

10.11.2024

11.17 – İstanbul


 

 

 
 
 

1 Yorum


Azim Kerim AYDINLI
Azim Kerim AYDINLI
13 Kas 2024

Sevgili Ulviyenin bu yazısı yine beni benden aldı ve belkide haddimi aşmama neden oldu.

Hayatımızdaki “Hayır” ve “Evet” lerin bir denge içerisinde olması gerektiğini düşünüyorum. Ancak bu denge  %50-%50  olmak zorunda değil. Yanına koyacaklarımızla dengelenen, dolayısıyla birinin diğerinden ağır olabileceği bir denge olabilir bu. Göreceli bir konu bu. Bu yazıda beni benden alan asıl cümle yine o son cümle oldu. “Kendimizi kendimizle merkezlediğimiz bir hayat..” İşte bu cümle kurgusal bir hikaye yazmama sebeb oldu. Sabırla okuyacaklar için sunarım, buyrun 😊


YOLCULUK

 

Daha genç yaşlarında iken birdenbire yaşadığı bir uyanışla derin bir arayışın peşine düşmüştü. “Niye varım, varlığımın amacı ne?” gibi benzeri sorular sürekli kafasını meşgul ediyor ve cevap bulmaya çalışıyordu. İçinde bulunduğu bu yıllarda pek de alışılagelmiş sorular olmadığının…

ree

ree
ree
ree

ree
ree
ree

Beğen
bottom of page