top of page

The Dark Side of the Moon

  • Yazarın fotoğrafı: Ulviye Yaşar
    Ulviye Yaşar
  • 28 May
  • 4 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 1 Haz

“Işık gibi: sevgi de en çok, en karanlık yerde parlar.” Leonardo Da Vinci

ree

Sfumato tekniğini kullanışı ve daha fazlasıyla yüzyıllardır kendine hayran bıraktıran Rönesans dönemi efsanevi sanatçısı Da Vinci’ye sonsuz saygımla ekliyorum; ama geldiğimiz o karanlık dehlizlerin etkisinden çıkamadan, o yerlerin aydınlığında bile olsak parlamayabiliyoruz bazı zamanlar...

 

Pink Floyd’un hiç eskimeyen, müthiş albümünün adına yazımın başlığında yer açışımdan ve giriş bölümümden de fark edileceği üzere, sevme halini ama daha çok sevememe halini beni etkileyen bazı sözler üzerinden; sanatla ama hafiften, biraz depresif biraz melankolik bir kanaldan akıtacağım. (Sanki önceki yazılarım çiçek bahçesiydi de… Neyse. Biraz tebessüm.) Biraz karanlık tema gibi dursa da, kendi iç dünyamıza veya karşımızdakinin iç dünyasına mini bir serüven gibi etki yaratabileceğini düşünüyorum. Çünkü bu sevememe hali adeta ayın karanlık yüzü gibi bir şey benim için.

 

Fransız şair, yazar ve düşünür Paul Valéry’nin “Bulmak zor değil, bulduğunu kendine eklemek zor.” sözüyle derinleşelim hızlıca. Bu anekdotla tanıştığımda vücudum kas katı kesilmişti adeta. Sanki vücudumdaki tüm kemiklerim kasılmıştı. Çünkü ritmik olarak kafam, birçok konuda uzun süredir o kadar çok karışık ki… Bu söz de cevaptı sanki kafamda cevaplanmayan bazı sorulara. Aşk sandığım enkazlara… “Sandığım” diyorum, çünkü aşkın tam olarak ne olduğunu, nasıl olduğu — fizyolojik sistemimiz üzerinden hormonal düzeydeki anlatımlar haricinde — yüzyıllardır üzerine çok şey düşünülüp yazılmış ve yaratılmış olmasına rağmen, milyonlarca edebi metin, tiyatro eseri, beste, resim, heykel vb. olmasına rağmen, hâlâ net ve doğru bir tanımı yok gibi. Bir duygu durumu... ya da duygu durum bozukluğu. Onca sanatçının ve düşünürün mutlak doğruya varamadıkları aşkı, (Soyut olan şeylerin mutlak doğrusu var mıdır ki?) şahsen pek başarılı olmadığım bir konu olduğundan, anlatmak gibi bir niyetim yok. Nasıl desem... Fikirlerine hayran olunası o isimler dahi tam olarak anlatamamışken, harcım olarak görmüyorum. O yüzden de bu yazıda daha çok “sevememe” hâline bir rota izleyeceğim. Bir önceki yazımın aksine çok fazla araştırma kökenli olmayan, çalakalem misali ancak zaman içinde bana ve ruhuma katmış olduklarımın zihnimde edindikleri yerleri biraz sarsarak çıkardığım; içimden gelenleri, içimden geldiği gibi yazmak istediğimden ve nedense buna şiddetle ihtiyaç duyduğumdan, “sevememenin” kendimce gördüğüm ve gözlemlediğim üç farklı şeklini dökmeye çalışacağım satırlarıma… Şu an için böyle, bu sayıda en azından. Artısı varsa da — ki umarım yoktur — onlara da yolda yine değiniriz. Geçelim nelerine, nasıllarına…

 

“İstesen de sevemezsin.” diyordu Novo Norda, o çok sevdiğim şarkısında. İki kelime ve bir bağlaç ama nasıl derin… Günümüz kadın-erkek ilişkilerini de, cinsiyet fark etmeksizin, nasıl da iyi özetleyen bir şarkı olmuş. Öyle çok ki çocukluk travmalarımız… Öyle yük ki üzerine kattıklarımız… Bunun herkesteki iç acılarının toplamının (evet, iç acı — yanlış yazmadım) çok fazla olabilme ihtimalini anlamaya başlayınca da, tonumuz adeta “İstesen de kızamazsın.” olabiliyor. Çünkü bir nevi Leonardo Da Vinci’nin sanat üzerine söylediği gibi aslında: “Bilmeden sevemezsin.” Öyle çok bilmiyoruz ki “o” sevgiyi, “o” karşımızdakini… O kadar uzak kalabiliyoruz ki… Akamıyoruz çünkü. Bilmiyoruz ki. Ya çocuklukta sevilmemişizdir, ya anne ve babamızın birbirleriyle olan ilişkileri sevgi temelinden çok uzaktadır ya feci şekilde aldatıldığımızı öğrenmişizdir, ya da… Burada, virgülden sonra gelebilecek cümle üzerine biraz birlikte düşünelim. Bu liste uzar gider. Hep dediğim gibi: Detaya batar, çıkar. Yani bir şekilde öğrenememişizdir sevebilmeyi… Elimizde olmayan çeşitli sebeplerle, bilmek için akıtamayabiliyoruz kendimizi. İnanmadığımızdan belki. Eğer bir de karşılığını çok az bile göremediysek geçmişte, bu kaçınılmaz ve oldukça zordur. Tüm bunları yaşayanların tamamı, sevememeyi göğsüne asarak yol almıyor elbette hayatta. Üstesinden gelebilenler var. Her şeye rağmen. Bilmek için gayret gösterenler… Birini sevmeyi bilmek için gayret gösterenler. Başarılı olanlar var, olamayanlar var. O ayrı. Ancak içselleştirmeden başarılı olunmuyor. İçselleştirmeyince, sadece zorlama bir sevme eylemine bürününce, beklenen son kapıda oluyor. O zamanlarda anlıyoruz ki işte… Öyle çok sevemiyoruz ki… Bilmeden sevemiyoruz.

 

Belki de hazdan dolayıdır sevememe hâli… Haz düşkünlüğünden yani. Alman filozof Wilhelm Schmid’in Aşk Neden Bu Kadar Zordur ve Yine de Nasıl Mümkün Olur? adlı kitabında da dediği gibi: “Belki de bazılarımızın en hareketsiz yeri ruh kaslarıdır. Bilemeyiz. Beden kasları fazlaysa, ee normal tabi…” Beden kasları fazla çalışınca, ruh kasının çalışma işlevi elbette başarısız olacak çünkü. Kısa ama o kadar iyi anlatmış ki sayın Schmid.


Herkesin travmaları ve hayatında sınandığı konular, birini sevmek üzerine olumsuz etki yaratmayabilir elbette. Belki de sevemeyen bazı kişiler için konu sadece yorgunluktur. Şair ve yazar Gülten Akın’ın dediği gibi: “Sevememek biraz yorgunluktandır.” Bu kadar yalındır belki de nedeni, nasılı… Çünkü içimizde iliklerimizde dahi hissettiğimiz bir yorgunluk varsa ona mesafe imkânsızdır.

 

Geldik, benim için en zor konseptte olan yazımın son demlerine… Evet, aylardır burada birçok konuya dair binlerce satır yazdım. Hayatta en başarısız olduğum tema da bir iç döküş oldu bu… Sarstı ama iyi geldi, yazmak. Yine...


Peki, gerçekten sevildim mi? O aşk sandığım enkazlarda, bilmiyorum. Sevildiysem de bana geçen bir tonda sevilmediğim aşikâr… Yazıyorum bu satırları madem, öyledir zaten. Peki, ne öğrendim o enkazlarda ben? Neye hazırlandım? Çok şeye idi, o kesin de… Neticede anlamış olmak öyle mucize ki benim için… Zor oldu ama oldu. Anlamamın yıllar sürdüğü tek cümlelik cevabım ise: İçimizdeki onca acıya veya yorgunluğa sarılmadan, onları alabildiğimize kucaklamadan başka yerlere varamıyormuşuz meğer. Bu içime sinen, hücrelerime işleyen yanıta büründürmem ise, klinik psikolog Özge Orbay’ın zihnen ve ruhen uzun süredir etkisinden çıkamadığım TEDx İzmir konuşmasından bir kesit ile oldu. “Ve hatırlamanızı istiyorum ki, gideceğiniz yerlere çok acele etmemek lazım; yeterince kalmadan, başka yerlere varılmaz.”

ree

Başka yerlere zamanında varmalarımıza…

 

28.05.2025

23.16 – İZMİR

 

 

 
 
 

Yorumlar


bottom of page