The Icons Effect
- Ulviye Yaşar
- 9 May
- 3 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 10 May
“Kendinizi yalnızca, sizi daha yükseğe çıkaracak insanlarla çevreleyin.” Oprah Winfrey

“Allak bullağım ben.” diyordu Sayın Bay Rock Yıldızı Teoman, Özgür Mumcu’nun Aslında Bakarsan adlı podcast programında. İhtiyacım olan üç kelimeyi telaffuz etmişti adeta, duyana kadar bilmediğim, düşünene kadar anlayamadığım… O kadar özetti ki bir şeylere… Kendim bile kendime kendimi özetleyemezken… Kelimelere olan ihtiyacımın, insanlara olan ihtiyacımdan daha fazla öne geçtiği şu son zamanlarda… Bir şeylerin duygusuna olan ihtiyacımdı belki de bu. Kişilere değil, onda çok netim. Bir şeylerin duygusuna inmeye, bir şeyleri yüzeyde değil, derinlerde aramaya – bazen bulamamaya da… Bir şeyleri içselleştirmeye olan ihtiyacım ve bunun için kendime yaptığım her şey de ilaçmış meğer. Sonradan anladığım…
Birilerine anlam yükleme(me)kten bahsetmiştim bir önceki yazımda. Bu yazıda da biraz oralarda dolaşacağız. Anlam yükleme(me)k üzerine düşünülen, kendimce de aşılan bir sürecin sonunda vardığım çok şey olmuştu çünkü. Fakat sanırım benim için en kuvvetlisi: İzlediğim filmlerde – dizilerde – videolarda zaman kavramımı yitirişime, okuduğum kitaplardan beni kendine ilk sayfada çeken, ötesi olmayan hislere, gittiğim tarihi yerlerde beni kendine hayran bırakan, aklımın bazen katiyen alamadığı o şahane mimari detaylara, izlediğim tiyatro oyunundaki o tiratlara, katıldığım konserlerde boğazım acıyana kadar şarkılara eşlik edişime… Liste uzar gider, detaya batar çıkar.
Her şeyin geçici olduğu gibi, bana iyi gelen şeyler listemdekiler de zaman içinde elbette değişebiliyor; buna fazlasıyla kabulüm. Diğer yandan ise o listemdeki bazı maddeler her daim “pin” modunda ve “unpin” olmayı da hiç hak etmiyorlar. Bahsi geçen, bahsi geçemeyen, nam-ı diğer beni besleyen yegâne şeylere anlam yüklemekten hiçbir zaman vazgeçmeyeceğim. “Zehri zehir yapan dozudur.” derler ya hani, ben işte bunlar gibi bana çok iyi hissettiren şeylerden zehirlenmeye bile razıyım bazen. Bana iyi geliyorsa, bana fayda sağlıyorsa, beni mutlu ediyorsa… Yani bana bir şeyler katıyorsa… Benden bir şeyler götürüyorsa değil. Bu tercihimle de en azından bile isteye yara almamış oluyorum. Bir şeyleri görmezden gelmek değil de, kendimi korumak gibi... Kendimi güzel ve iyi şeylere daha çok akıtabilmek için… Aktığım yerde de kendimi daha iyi bulabilmek için. Bu sularda yüzerken de, kişilere olan haddinden fazla anlam yüklememin vadesinin çoktan geçtiğini böylelikle fark etmiş oldum. Tekrarlanmamak üzere, geçtiğini de... Hem ne demiş Kinik felsefesinin öncüsü, ünlü filozof Diyojen: “Heykellerden daha duygusuz insanlarla karşılaşacaksınız.” Nasıl da haklı...
Gelelim yeniden podcaste… Baştan sona şaheserdi, benim için. Bazı şeylerden sonra aynı kişi olamazsınız ya, işte o etki de bir şeydi benim için. Tıpkı yazının başında yer verdiğim Amerikalı talk show programcısı, yazar Oprah Winfrey'in sözünün bendeki etkisi gibi... Ama bu yazıda, ben kafa karışıklığı üzerinden kendi içimden gelenleri yazacağım. Teoman, allak bullak oluşunu, yani kafa karışıklığının kendince çözümünü; bir takım adamların, yani sevdiği yazarların peşinden giderek — çok fazla kitap okumayı seçerek — çözmeye çalıştığından bahsediyordu podcastin devamında. Kendini daha yükseğe taşımak gibi değil de nedir bu? O kadar ilhamdı ki, bu durum bana… Kendi hayat tempomda bazen çok zor olsa da… Yorula yorula devam, o nehirlerde olmaya. Yorulduğumda beni dinlendirecek doğru şeylerle tabii… Kendisine, bizlerle tanıştırdığı hikâyesi olan tüm harika şarkıları için sonsuz teşekkürüm sonsuza dek var; ama edebiyatın ondaki yerini, kendi hayat görüşünü bize aktardığı şahane cümlelerine teşekkürüm bambaşka. Bir nevi “Sayın Bay Rock Yıldızı felsefesi” gibi bir şey bu, belki de. Bir şeyler yaşıyor ama haddinden fazla anlam yüklemiyor o şeylere… Kafasını karıştıranları da müzikle, edebiyatla ve felsefeyle arındırmaya çalışıyor. Müthiş değil mi? Ben “tapıyorum” gibi bir minvaldeyim şahsen, bu yola. Kendi aktardıklarına istinaden, durum onun için böyle en azından. Elbette kendi dünyası daha derindir. Olması gereken de budur. Kendimizi somut şekilde açamayız başkalarına… Açmamalıyız da. Bir yere kadar, belki. Ötesine hiç gerek yok ama. Neticede herkesin bizi anlamasına da gerek yok. Çünkü bazen de anlaşılmayı istemez insan.

Peki, ben neden allak bullaktım? Bir şeyleri anlatmaya ya da anlatamamaya… Anlatmaya çalışmaya ya da anlatmamaya çalışmayla… Uzun süredir başımı ağrıtan, kafamı kurcalayan o kadar çok şey vardı ki… Bazı günler gün yetmiyor, resmen. Zihnimdeki tüm griliği beyaza döndürmeye… Ama gün yetmiyor diye de bir şeyleri erteleyemezdim tabii ki… Bir de bana iyi gelecek bir şey olduğunu da düşünüyorsam veya hissediyorsam… Doyasıya merak ettiğim şeyleri birer birer seçip, inceleyip, üzerine bir şeyler yazmaya karar verdim. Böylece allak bullaklığım da biraz dağılır belki diye. Henüz pek dağılan bir şey olmadı. Aksine, bir yerlerde daha çok karıştım. Doğruya doğru, yalan yok. Ama şu eski Latince söz çölde vaha misali hep benimle: “In me omnis spes est mihi / Bütün umudum kendimde.” Terentius.
Aslında bazen de yol çok karışık değil, biz kendimiz karıştırıyoruz, belki de. Kendi sezgilerimiz bize hep en doğru gelen. O yüzden de, varoluşçuluk ve absürdizm akımının öncüsü Albert Camus’nün dediği gibi: “Evet, insan kendinde başlar, kendinde biter. Ötesi yoktur.”
Kendimizde başlayıp, kendimizde bitmeye…
09.05.2025
18.29 – Kuşadası / AYDIN
Yorumlar